24 Aralık 2010 Cuma

Five Minarets in New York ( New York'ta Beş Minare )

Five Minarets in New York ( New York'ta Beş Minare )

berbat bir film. bunun mahsun'u yönetmen saymamamla ilgisi yok sizi temin ederim; daha evvelki iki filmini izleyip pek beğenmiştim ve hakkını vermiştim yönetmen olarak. lakin bu sefer ortada hiçbir şey yok. ne senaryo var, ne oyunculuk var, ne kurgu var vs. öyle berbat ki neresinden başlayacağımı şaşırıyorum:

1. mesela koskoca türk polisi uluslararası bir operasyonu sadece bir polis memurunun ifadesine göre nasıl gerçekleştirir anlamıyorum: "fırat, deccal hacı gümüştür dedi, biz de inandık" bu ne ya!

2. yine koskoca fbi görevlisi(hatta orada emirler yağdırdığına göre yüksek bir mertebede herhalde) david becker(isimler de bir hayli özgün, maaşallah); sokağa düşüp elinde fotoğrafla adam arıyor: "görürseniz insaniyetlik namına call me!"

23 Aralık 2010 Perşembe

How I Met Your Mother - A Love Story in Reverse

Tersinden Bir Aşk Öyküsü

Hepinizin az çok bildiği üzere. Hoş bir dizi bahsini açtığım.
Beş ana karakterin üzerine kurulu tamamı flashback bir kurguyla ilerleyen bir durum komedisi. ABD'de yayın yapan CBS kanalında 19 Eylül 2005'ten beri yayınlanmaya başlamıştır. Şu an 6. sezonunda olduğumuz bu şeker dizinin yapımcılığını Carter Bays ve Craig Thomas yapıyor.

Tüm dizi evli-barklı Ted Mosby'nin ağzından anlatılıyor: Ted iki çocuğuna anneleriyle nasıl tanıştıklarını anlatıyor: Aslında konunun çıkış noktası bu olmasına rağmen genel itibariyle bu beş karakterin ilginç ve eğlenceli yaşamlarına ve birbirleriyle olan güzel ve komik ilişkilerine odaklanılıyor. Ana karakterleri tanıdığınız zaman herhangi bir devamlılığa ihtiyacınız olmuyor; çünkü dizinin yaklaşık 20 dakika süren her bölümü farklı bir konuyu işliyor; önceki bölümü kaçırsanız bile eğlenmeniz garanti.
Türkiye'de Türkçe altyazılı olarak Cnbc-e kanalında yayınlanıyor.

Karakterler:
Ted Mosby: Romantik, tatlı, çekici, esprili bir amerikan genci; mimar. Aşırı duygusal bir yanı var ve bu yüzden aşkta hep kaybedeben taraf.
Hissettikleri ve yaşadıklarıyla çağdaş dünyanın ilişkilere dair sorunlarını sembolize eder.

Marshall Eriksen: Ted'in en iyi arkadaşı, Ted'in diğer en iyi arkadaşı Lilly Aldrin ile evli. Garip alışkanlıkları olan eğlenceli bir çift. Bireysel olarak baktığımızda zayıf karakterler olmasına rağmen birlikteyken daha komikler. Ted'in özlem duyduğu bir aşkı temsil ediyorlar.

Lilly Aldrin: İyi yürekli, şirin, becerikli, hassas ve eğlenceli bir bayan. Ana sınıfı öğretmeni. Belki de bu yüzden Ted'e karşı bazen Ted'in hayatına müdahale edecek kadar korumacı bir tavrı var. Buffy dizisinden hatırlayacaksınız kendisini.
Eşiyle birlikte Ted'in ulaşamadıklarını, dolayısıyla çağdaş insanın hayallerini sembolize eder.

Robin Scherbatsky: Bir dönem Ted'le güzel bir ilişkileri olup ayrıldıktan sonra Ted'le dost kalan güzel ve alımlı karakter. TV sunucusu. Esmer güzeli. Maaşallah.
Kendi ayakları üzerinde durabilen özgür kadını sembolize eder.

Barney Stinson: Dizinin en komik, en eğlenceli, en farklı karakteri. Her gün farklı bir kadınla birlikte olan fırlamanın teki. Her zaman takım elbise giyer. Kendine has müthiş teorileri, çıkarımları vardır.
Tüketim toplumunun ürettiği ilişkileri sembolize eder.

22 Aralık 2010 Çarşamba

Kaplan! Kaplan! (Tiger! Tiger!) - Alfred Bester

Sizi Adam Edeyim

İngiltere'de, 1956 yılında, Tiger! Tiger! adıyla yayınlanan bu kusursuz Alfred Bester romanını uzak ara alıp yakın ara okudum ve ömrümce anacağım.
Neyse, devam edelim:
Roman daha sonra, 1957'de ABD'de The Stars My Destination(Yıldızlardır Hedefim) adıyla yayınlanmıştır.
Amerika baskısının ismi romanın içeriğine gönderme yaparken, İngiltere baskısının ismi baş karakter Gully Foyle'un roman boyunca süren devasa değişimine gönderme yapar.
Bester, kitabına bu ismi, İngiliz şair William Blake'in The Tyger adlı şiirinden etkilenerek verir.
Roman, temelde ışınlanmanın(romandaki adıyla jauntelemenin) keşfedilişi ve bunun toplumsal yaşamdaki etkilerini fon alır. Bu bildik(romanın yazıldığı dönem için yaratıcı) fonun üstüne; ışınlanma konusunda çok özel bir yeteneği olan Gully Foyle'un, intikam ve güçle harmanlanmış olağanüstü değişimini işler. Romanı renklendiren onca benzersiz karakter ve şaşırtıcı buluşlar, okuyucuyu daha önce deneyimlemediği bir düşünce akışına bırakır; zihin açar.

Alfred Bester'ın iki üstün romanında(The Demolished Man ve Tiger! Tiger!) iki üstün yetenek ve bunun toplumsal etkileri ve gelişimi işlenir; ama asıl kurgu intikam üzerinedir; baş karakterler bu yetileri intikam almak için kullanır.
Bir zamanlar, Superman ve Batman çizgiromanlarında metin yazarı olarak çalışan Bester, romanlarında üstün yetilerin "süper" etkilerinden ziyade insan ilişkileri eksenindeki yıkıcı yönlerini işler. Belki de bu yüzden onun eserleri, bilim kurgu edebiyatının yeni serpildiği yıllardan bu yana, kaçış edebiyatının bir parçası olarak değil, has edebiyatın üyeleri olarak anılmış ve okunmuştur.

28 Kasım 2010 Pazar

Murat Menteş Testi ( Sorular )


Murat Menteş Şınavı

21 Eylül 1974 İstanbul doğumlu; edebiyatımızın kanı deli genç yazarı; kurgu dâhisi; veciz söz üstadı; uçarlı kaçarlı, vurdulu kırdılı, güzel lakırdılı, cilalı kitaplar mimarı; aktivist şair Murat Menteş’ten açacağız şimdi bahsi. Bu fişek kalemli, curcuna âlemli adamı ve yazdıklarını ne kadar tanıyorsunuz, görelim. Hazır mısınız şınava? Bakalım kaç tane çekebileceksiniz?

  1. Aşağıdakilerden hangisi yazarımızın kitaplarından biridir?

a) Garanti Tarantino
            b) Korkmam Artık Sen Varsın
            c) Aynalı Barikatlar
            ç) Davosa Mütevazı Bir Katkı

27 Kasım 2010 Cumartesi

Murat Menteş Testi ( Cevaplar )




Cevaplar:

1
2
3
4
5
6
7
8
9
10
11
12
13
14
15
16
17
18
19
20
c
a
b
b
c
a
a
b
c
b
a
b
c
a
b
c
a
c
b
c

Değerlendirme:

0-5 Doğru:

Belli ki Murat Menteş ismini sık sık duyuyorsunuz ama okumak nasip olmadı. Çok şanslısınız: İki muhteşem roman, harika şiirler ve deneme kitapları sizi bekliyor.

6-10 Doğru:

Murat Menteş’i tanıyor, seviyorsunuz; ama onu daha çok romanlarından tanıyorsunuz. O durdurak bilmez, komik ve vecize dolu kitaplara bayılıyorsunuz. E haklısınız!

11-15 Doğru:

Murat Menteş’e hayransınız, ne yazsa bulup okuyorsunuz. Romanlarındaki karakterleri zihninize kazımış, şiirlerini ezberlemişsiniz. Onu çok seviyorsunuz. Biliyoruz, onun kitaplarının en kötü yanı bitmeleri.

16-20 Doğru:

Sizin Murat Menteş’in kendisi veya akrabası olduğunuzdan şüpheleniyoruz. Yoksa siz Afili Filintalar’dan mısınız? Sizin için Menteş harika bir yazardan öte bir abi. Onun yazdıklarını okumuyor sömürüyorsunuz resmen. Ama şu sıralar üzgünsünüz, çünkü yeni romanın bitmesine daha çok var.

16 Kasım 2010 Salı

Chuck Palahniuk Testi (Chuck Palahniuk Test)


15. chuck’ın türkçe’de yayınlanan tüm kitapları hangi yayınevinden çıkmıştır?

a. timaş yayınları
b. odtü geliştirme vakfı yayıncılık
c. ayrıntı yayınları
d. tübitak yayınları

15 Kasım 2010 Pazartesi

Chuck Palahniuk Testi Cevapları


doğru cevaplar:


0. d
1. c
2. a
3. d
4. c
5. d
6. c
7. b
8. d
9. c
10. d
11. a
12. b
13. d
14. d
15. c

değerlendirme:


10-16 doğru cevap:
tyler durden:
tebrikler, siz chuck’ı (chuck diyebilirsiniz, kanki olmuşsunuz zira) yutmuş hatta bütün olarak çıkarmışsınız. onun müthiş bir hayranısınız. sizin için chuck’ın alter egosu bile diyebiliriz; ya da onun için size. her kitabını çıkar çıkmaz alıp mazoşist bir zevkle okuyorsunuz. sıkı bir dövüş kulübü hayranısınız ve bahse girerim kendi dövüş kulübü kuralları’nız bile vardır. yalnız uyarmalıyım: bunca chuck hayranlığı bünyede/midede bunaltı/bulantı yapabilir.


5-10 doğru cevap:
carl streator:
sizin palahniuk’la aranız iyi. onu seviyor, okuyorsunuz; ilişkiniz okur-yazar düzeyinde. o postmodernist anlatım tarzı ve anlatılanların ilginçliği dikkatinizi çekiyor. İşin komik ve edebi yanı sizi ilgilendiriyor. sizin gibi okuyuculara daha çok ihtiyacımız var. ha, bu arada türkçe’de yeni bir palahniuk eseri var aldınız mı? aldınız tabi. onu da mı funda hanım çevirmiş? ah evet. size iyi okumalar.


0-5 doğru cevap:
victor mancini:
siz bir “loser”sınız, kaybetmeye mahkum bir silik. Şaka şaka. sadece chuck’ı ve kitaplarını yeterince tanımıyorsunuz. bu da iyi bir şey sizin için aslında: daha okuyacak bir sürü palahniuk kitabınız var sırada, ne güzel.

sorular nerede derseniz burada!

15 Eylül 2010 Çarşamba

Kült! Diye




















Zaman zaman duyup, bazen de kullanmamıza rağmen, bir türlü tam olarak anlayamadığımız bir terimdir kendisi. 'Kült film' dediğimizde hemen hepimiz bir kaç film ismi sayarız; lakin içimizi de bir kurt kemirir "acaba anlamı nedir bu kült denilen şeyin".

Kelimenin kökenine bakarsak (merak etmeyin dilbilim dersi vermeyeceğim) kültür kelimesiyle aynı kökten geldiğini kolayca farkedebiliriz.
Kült ve kültür kelimeleri latince "tapınmak" anlamına gelen 'cultus'tan gelmektedir. Aynı tanrıya tapınanlar birleşince bir kült (din) oluştururlar. Aynı kültü paylaşanlar ise belli bir yaşantı geliştirirler (sabredin yaklaşıyorum), bu yaşantılar da kültürü meydana getirir.

Peki kült filmin yukarıdakilerle bağı ne? Çok kolay:

Ana akımın dışında kalan ,beylik konulara yüz çeviren, farklı çekim teknikleri kullanılan, sıradışı karakterlere sahip, olağandan uzak konuların işlendiği, hiçbir sınıfa koyamadağımız , hiçbir kefeye sığmayan, sinemanın ucunda parendeler atan filmler vardır; işte bu filmler kült olmaya aday filmlerdir ama sadece bu özellikler onları kült yapmaz, olsa olsa "acayip" yapar. Zamanla bu filmleri, yukarıda saydığım özelliklerinden dolayı, belli bir zümre çok sever, izlemeye doyamaz, onunla yatar onunla kalkar,onu savunmaya, koşulsuz sahiplenmeye, ona inanmaya, tapınmaya başlar. Diğer herkes "ne buluyorsun yahu şu filmde" diye söylenedursun, o filmin zümresi bu soruya yüzlerce cevap verebilecek kadar hayrandır filme. Filmin ismini ne zaman duysalar esrik bir gülümsemeyle mutmain bir tavır sergilerler. Bu, o filmin kültleşmeye başladığı andır. O film artık bir nesne değil manevi bir birlikteliğin simgesidir, külttür.

Kısaca: Birilerinin hayran olduğu (hatta tapındığı), çoğunun sevmediği, bu sebeple sık sık bahsi geçen, bahsedildikçe akıllara kazınan, acayip filmlere kült film denir.

The Wrestler - Şampiyon


Gösterim Tarihi : 20 Mart 2009
Yönetmen : Darren Aronofsky
Senaryo : Robert D. Siegel
Görüntü Yönetmeni : Maryse Alberti
Yapım : 2008, , 111 dk.

Oyuncular:

Evan Rachel Wood (Stephanie) , Marisa Tomei (Cassidy) , Mickey Rourke (Randy Robinson) , Ajay Naidu (Medic) , Judah Friedlander (Scott Brumberg)

 

İşini etinden kazanan yalnız bir adamın öyküsü.
Nazik, kibar, hassas.
Filmi keyifle izlememizi, hemencecik içine girmemizi sağlayan da bu hassas duruş; o iri yarı, sarsılmaz vücudun içindeki kırılgan ruh.
Aşırı bir okumayla onu hz isa'ya bile benzetebiliriz. isa kuzu, o "koç". Başkalarının günahları için vücudunu parçalıyor. İnsanlığın içindeki o bitmek bilmeyen şiddet eğilimini kendi bedeninde işleyerek onları arındıran bir kurtarıcı o.
Yalnız.
Uyuşamadığı kızı ve kendisi gibi etiyle para kazanan yalnız bir kadın dışında kimsenin umrunda değil varlığı; gerçek dünyaya tutunmasının iki güzide sebebi onlar. Varolmak için çabalaması gerekmeyen tek yer ringler. Kendini güçlü hissettiği, yalnızlığı tatmadığı tek yer orası.

Bir güreş filmi, şiddet gösterisi umulmamalı bu filmden; "eski toprağın şaha kalkışı" gibi bir tavır da beklenmemeli; amerikan başarı öyküsü hiç değil. Güzel bir film işte, olması gerektiği gibi. Hayatın ta kendisi gibi.

Aronofsky'nin evvelki filmlerinde uyguladığı renk işçiliği, etkileyici sahne seçimi ve müziğin iç burkucu kullanımı yok bu filmde. Ama Aronofsky'nin seçimi de bilinçli zaten. O gerçek bir şey anlatmak istiyor. Anlatıyor da.

Quentin Jerome Tarantino




Soyadının ölümcül bir örümceğin adına benzemesi konusunda herkesin hemfikir olduğu bu çılgın yönetmene hayranlığım bir hayli beri bir zamana işaret eder.

Yalnız, keskin bir başlangıcı olduğunu sanmıyorum bu hayranperestliğin:
Sinemayı Van Damme'dan ibaret saydığım ilkgençlik dönemlerimden itibaren yavaş yavaş kanıma zerk edilen Tarantino müziği ile başladı herhâlde.


Hangimiz (bu filmin bu sahnesinde yeraldığını bilmesek te) Bay Travolta'nın iki parmağını gözlerinin önünden geçirerek yaptığı dans figürünü taklit etmemişizdir.

Neyse biz Quentin(Tarantino)'den bahsedelim-kusura bakmayın Quentin ile ilgili konuşurken çektiği o görkemli filmlerin lafa karışması muhtemel ve kaçınılmazdır ya yine de ben ağırlıklı kendisinden bahsetmeye çalışacağım:

27 Mart 1963'te, Amerka'nın Tennessee eyaletinin Knoxville şehrinde hayata gözlerini açmıştır(Allah uzun ömürler versin), alelade bir çocukluk geçiren Jerome'un en büyük tutkusu film izlemektir,(kanıdeli her genç/çocuk gibi)kovboy filmlerine, karate filmlerine , korku filmlerine ve tabii ki kösnül filmlere bayılır.
Okuldan kaçıp kaçıp anasının babasının verdiği harçlıkları sinema salonlarında, video dükkanlarında harcar.
16'sına gelince liseyi hepten bırakıp dönem dönem video dükkanlarında ve sinemalarda çalışmaya başlar. Bir sinemanyak olan annesinin yakın arkadaşı James Best'ten oyunculuk dersleri ve kamera ile ilgili teknik bilgiler almaya başlar, Allen Garfield'dan aldığı oynculuk dersleri de eklenince Jerome'un sinema eğitimi yavaş yavaş sağlamlaşır.
O gazla kendi kıt imkanlarıyla My Best Friend's Birthday'i çekmeye koyulur ve fakat mukadderat filmi tamamlayamaz.
İzlediği ve okuduğu( kendisi sıkı bir çizgiroman ve polisiye tutkunudur) onca eğlenceli ve kesinlikle ayrıksı şeyden sonra zihninde birikenleri perdeden önce kağıda dökmeye başlar ve kendisine nam kazandıran senaryoların ilkini, True Romance'i yazar,satar; sonra Natural Born Killers'ı yazar,satar. Eline yeteri kadar para geçince de göz kamaştıran işlerinin ilkini yapar: Rezervuar Köpekleri (Reservoir Dogs).
Sonra Tanrı'm "yürü ya kulum" der, Ucuz Roman'ı ( Pulp Fiction) çeker; derken Jackie Brown, derken Four Rooms'un bir bölümü, derken Kill Bill Volume 1-2, derken Grind House: Death Proof , çağlar da çağlar üstadım; varsın çağlasın!

Ayrıksı her insan gibi bazen dahi olarak bazen de salağın teki olarak nitelenir durur kendisi. Kimileri filmlerinin kopyalayapıştır filmler olduğunu, eski usül filmleri ısıtıp ısıtıp sunduğunu; kimileri ise onun eskilere (hem biçim hem içerik açısından) postmodern yaklaşımlar getirdiğini savunur.
Daha akıllı olanlar ise bunlara kulak asmayıp "biz eğlenmemize bakalım" diyerek Tarantino'nun o harika müziklerine, görüntülerine , diyaloglarına dalıp dalıp çıkanlardır.

Nota Bene:
True Romance (Çılgın Romantik) 93'te Tony Scott tarafından filme alınır ve kült olur.
Natural Born Killers 94'te film olur-yönetmen Oliver Stone- kült olmaz da ne olur.

Teen-slasher - Yeniyetme Doğraması


Herşeyin cılkını çıkarmaya bin meraklı amerikan sinemasının kazandırdığı bir terim olarak ingilizce olması doğal; Türkçesi yeniyetme-doğraması. Adından da anlaşılabileceği gibi 13-20 yaş arası gençlerin film boyunca çeşitli şekillerde lime lime edilmesi konulu korku-gerilim filmlerine teen-slasher(denmez olsun) denir.

Genellikle çiftler halinde, kapalı veya açık(ama ıssız ve tekinsiz) yerlere eğlenmeye giden bir avuç salak ve sevişgen kanı-deli genç illa ki gitmemeleri gereken yerlere giderek, dokunmamaları gereken şeylere dokunarak, görmemeleri gereken şeyleri görerek işemek için uygun bir cami duvarı aramaktadırlar; hal böyle olunca envaiçeşit manyağı peşlerine takmaları da kaçınılmaz olur. Bu manyaklar bu gençleri, geriye has oğlan ve has kız kalana kadar doğrarlar (ki filmin devamı çekilebilsin). Sonra bu güzel/yakışıklı ve çekici çift manyağı alt eder, the end.

Genellikle konusu olmayan bu filmler, film izlemeyi kültürel bir etkinlikten çok, kız arkadaşıyla vakit geçirme eylemi olarak görme eğiliminde/arzusunda olan salak mı salak amerikan gençleri hedef alınarak çekilir. Dolayısıyla bu aşırı hormonlu amerikan gençlerinin neyi var neyi yok sömürülür:
Milli duygular: Önce zenciler ya da uzak doğulular ölür.
Beğenilme/benlik tatmini: Filmin başında doğranan şişman, çelimsiz, gözlüklü veya sivilceli gençleri saymazsak(ki onlar da has oğlan ile has kızın güzelliklerini katlamak için varlar) bütün oyuncular(?) fiziksel olarak harikadır.
Kahramanlık mitosu: Gerçi amerikada bu mitosun sömürülmediği film yok ama... Gençlere/gençleri kıymaya çalışan manyakları okulda hiçbir derste başarılı olamayan (bu yüzden futbol takımında oyuncu veya ponpon kız olan) idiot gençler öldürürür ne hikmetse...

Son söz:
Devam filmleri çekilmese kült mertebesine erişebilecek bazı örnekler vermesine rağmen bu janrın son yıllarda iyice cılkı çıktı. Hadi hayırlısı...

Cameo: Meşhur Arz-ı Endamı

Ünlü birinin(yönetmen olur, bir şarkıcı olur, yazar olur, emektar bir oyuncu olur, kim olursa...) filmin bir veya bir kaç sahnesinde şöyle bir arz-ı endam etmesi olayına cameo denir. Bu ünlü kimseler genellikle küçük ve önemsiz rollerde saniyelerle sayılabilecek kadar az görünürler; ama bu, izleyici için hoş bir sürpriz olur. Yani bir nevi film size göz kırpar, siz de farkederseniz tadından yenmez bu cameo meredi...
Lakin bu ünlülerin isimlerini, film bittikten sonra akan isimler arasında göremezsiniz, boşuna aramayın; ama teşekkür edilir, edilmelidir. (Bazen cameo abartılınca ismi de listeye ekliyorlar o ayrı...)

Bir seferinde Taxi Driver filminde Martin Scorsese'yi görmüştüm: Betsy(Cybill Shepherd) kampanya binasına girerken, arkasında bir yerde oturuyordu; bi' de taxi'nin manyak bi' müşterisini oynuyordu... İlk gördüğümde acayip mutlu olmuştum: Vay be nasıl farkettim ama!

Shyamalan işin üstadlarından; her filminde mutlaka ortaya çıkıyor...
6. His'te doktor,
İşaretler'de rahibin karısını ezen zenci,
Kırılmaz'da uyuşturucu satıcısı,
Sudaki Kız'da otel sakinlerinden biri,
Köy'de görevli biri işte neyse...


forum resmi
Mesela 2008 yapımı The Incredible Hulk filminde, öylesine bir güvenlik görevlisini canlandıran ve ayrıca Hulk' u seslendiren Lou Ferrigno(solda), 1977'de yayınlanmaya başlanan The Incredible Hulk TV dizisinde Hulk'u canlandırmıştı. Yine The Incredible Hulk çizgiromanının ortak yazarlarından olan Stan Lee(sağda)(diğer yazar, Jack Kirby), film de Bruce Banner'ın kanının karıştığı gazozu içip etkilenen yaşlı adamı oynuyordu. Ben hemen tanımıştım Lou Ferrigno(yine solda)'yu... Tabi, biz o dizilerle büyüdük...

Cliche - Klişe - Basmakalıp

forum resmi
Aslı Fransızca olan bu kelimenin ilk ve hal-i hazırda kullanılan teknik anlamı:
Matbaada, sabit ve değişmeyen kelime ve kelime gruplarını, resim veya şekilleri basmak için kullanılan kabartmalı dökme demir kalıbı. Büyükçe demirden bir mühür hayal edin; ya da daha güzeli ilkokuldaki patates baskılarınızın demir halini…
Defalarca kullanılacağı tahmin edilen bu demir kalıplar bir yerde saklanır, atılmaz.

Gelelim Türkçe’de de “basmakalıp” sözcüğüyle karşılanan ve bu kadar güzel bir karşılığı varken hala Alafranga kullanımına meyledilen Klişe’nin sinema ve edebiyattaki kullanımına:
Buradan bakınca üstte çıkardığım kelimenşei*’yle yakından alakalı bir kullanımla karşılaşıyoruz. Şöyle ki sinema veya edebiyat âleminde bazı olgu, olay, yapı veya cümleler, dökme bir demir kalıbı gibi hiçbir değişikliğe uğra(tıl)madan sürekli kullanılırlar; kullanıla kullanıla cılkları çıksa ve ilk etkilerinden eser kalmasa da bir türlü vazgeçil(e)mezler, lazım oldukça yerlerinden çıkarılırlar.


Mesela, kovboy filmlerinde ve bazı hareket-odaklı(aksiyon) filmlerde beliren bir klişe söyleyeyim:
Bir sebepten(mesela kendisini aklamak) kaçan bir adam vardır; onun arkasında da, izini süren, onu takip eden bir öbek uzman erkek vardır. Filmin bir anında bu uzmanların en uzmanı, yerdeki izlere dikkatlice bakar, hatta bunun için yere çömelir, sonra da “İzler hala taze, fazla uzağa gitmiş olamaz.” der.
Başka bir Klişe: Has oğlan bir yere doğru nişan almaktadır, sonra bir bakar kafasına silah doğrultulmuş:

forum resmi

*Kelimenşei: Ben uydurdum. Sözcük kökeni demek.

Klaket ve "Ah o klaketçi yok mu!"

Filmlerin nasıl çekildiğine dair filmlerde ya da görüntülerde sıkça karşılaştığımız ve sinema ile az çok ilgilenenlerin iyi tanıdığı, çoğunlukla ahşaptan yapılma, çekime başlanmadan bir görevlinin kameranın önüne geçerek "klak" diye kapattığı nesnedir "klaket".
forum resmi

Üzerinde filme, yönetmene, görüntü yönetmenine, o anki sahneye ve çekime, çekim tarihine,saatine, kaçkez çekildiğine dair bilgiler barınır.

Bu, üzerine tebeşirle ( şu anda elektronik olanları daha makbul: Elektronik ses ve ışıklı harfler) yazılabilen siyah tahtanın üst kısmına daha dar bir tahta tutturulmuştur; bu iki parçayı birbirine sertçe vurduğumuzda "klak" diye bir ses vuku bulur.

Bu ses gereklidir (yeni teknolojiler sayesinde gereksiz, nostaljik bir sese dönüşmüştür), çünkü:
Çekim sırasında görüntü ile ses ayrı kaydedilir; montaj aşamasında bir sahne ile ona ait ses kaydının uyumu "klak" sesine göre ayarlanır.
Bazı filmlerdeki görüntü-ses uyumsuzluğu (günahını almayalım) klaketçinin başının altından çıkar gibi gelir bana hep.

Auteur
















Kendine has yönetmenlik anlayışına sahip,
çoğunlukla genel akışın dışında işler çıkaran,
filmin yapımının bir çok aşamasında( senaryo, yapımcılık, kurgu vs.) kendisi görev alan
ve (bu sebeple) daha sanatsal ve genellikle (yapım ve bütçe açısından)küçük filmler çeken,
"dediğim dedik, çaldığım düdük" diyen,
yapım şirketlerine yaranmak için sinema anlayışından ödün vermeyen
( bu sebeple büyük bütçeli filmler de çekebilen) yönetmenlere verilen ad.

Örnek:
Alfred Hitchcock (hitchcockvari diye bir tanımlama peyda oluyorsa sinema aleminde, onun auteurlüğüne ne şüphe!)
Bizde ,Nuri Bilge Ceylan: ödüllü auteurümüz.

Alman Dışavurumculuğu (German Expressionism)

forum resmi

Alman Dışavurumculuğu


Patladığı zaman insana dair ne varsa etkileyen 1. Cihan Harbi(1914-1918), sanatta ve dolayısıyla sinemada bir çok akımın sancılı doğumuna sebep olmuştur; bu yüzden çoğu akımı açıklarken bu savaştan bahsetmemiz elzem hale gelir.
Alman Sineması savaştan sonra yaralarını sarmaya başlar, buna da Alman Sinemasının diğer Avrupa ülkelerinin sinemasına yetişmesini(ve biraz da propaganda yapmak) isteyen devlet bir hayli destek olur, bir film şirketi kurar: UFA(Universum Film AG)
Bizde de olduğu gibi, işe devlet el atınca sanat paradan daha ağır basar: Ah TRT'min eski zamanları tekrar gelse!
Neyse, hal böyle olunca kameraları serbest kalan Alman yönetmenler, dönemin plastik sanatlarına(resim, heykel, çizim vs.) bir hayli nüfuz eden Dışavurumculuk(Ekspresyonizm) akımından etkilenip, karakterlerin iç dünyalarındaki karmaşayı dışavurmak ve bilinen gerçek dünyaya yeni bir bakış getirmek için makaralarını hazırlarlar.
Ruh halini, içerideki karmaşayı olabildiğince dışavurmak için nesneleri çarpıtmaya, karakterlere ve nesnelere gölge düşürmeye, onları karanlığa bulamaya, oyunculara ağır makyajla his vermeye, olağandışı nesneler kullanmaya, fantastik durumlar(hatta yaratıklar) yaratmaya başlarlar.

Yani: Çok kabaca örneklemek gerekirse, Dışavurumcu filmlerde dekor, ışık ve makyajın kullanımı, dağınık ve az ışıklandırılmış odanızın o anki ruh halinizi ortaya dökmesine benzer bir sonuç yaratır.
Bilinen ve duyulan gerçekliğe tepki olarak doğan ve bu yüzden fantastik öğeler barındıran bu akım, bu olağan-dışı/üstü tavrını kaybetmesiyle etkisini yitirir. Buna biraz da nazilerin ağır baskısı neden olur tabi. 1930'lu yılların başında ölen bu akımdan geriye sadece ışık ve gölgenin anlam yaratmak adına yoğun kullanımı miras kalır.

İlk örnekler:
Dr. Caligari'nin Muayenehanesi (1920), Nosferatu, Bir Dehşet Senfonisi (1922), Fantom (1922), Schatten (1923), ve The Last Laugh (1924)

Sonra:
Metropolis (1927) ve M (1931)

Çok sonra(miras):
Vampir Nosferatu (1979), Blade Runner (1982), Makas Eller (1990)

Şimdi(miras):
Sweeney Todd: Fleet Sokağının Şeytan Berberi (2008)

Resimler: Sırasıyla koyu filmler.
forum resmiforum resmiforum resmiforum resmi

Spaghetti Western


Batıya ait olduğu vurgulansa da 1960'lara dek Amerika'dan pek çık(a)mamış olan sığır çobanı filmleri, 60'ların ortasında isminin hakkını verir ve Avrupa'ya da gelir:
İtalyan yönetmenler ve yapımcılar, bu vestern meretinin iyi iş yaptığını görünce "biz de yapalım aynısından, kim tutar bizi" derler ve düşük bütçe ve İtalyan oyuncularla bu işe girişirler; ardından İtalyanlardan feyz alan İspanyolların da işin bir ucundan tutmalarıyla tür o bilindik Amerik* tarzından sıyrılmaya başlar.
forum resmi

Her şeyi hızlı tüketen Amerikanın o fast-food tarzı içi boş-dışı gösterişli sığır çobanı filmlerini bol İtalyan soslu makarnaya dönüştüren, Sergio Leone'nin başı çektiği yönetmenler, türün içini doldurup onu şaha kaldırdılar. O dönem ticari sinemanın baş tacı olan kovboy filmleri, Avrupalı acı-sos-sever auteurlerin ellerinde ve kısa boylu çirkin esmer adamların yakın plan yüzlerinde etkili dramlara dönüştüler...
forum resmi
Önceleri alay edercesine "Hah! Güleyim bari... Vestern çekeceklermiş: bunlar olsa olsa Spagetti Vestern çekerler." denilen bu (demeye dilim varmıyor ama)alt-tür, 80'lerden günümüze doğru Vestern kelimesinin yerine kullanılır olup çağdaş sinemanın en çok atıfta bulunduğu türlerden birine dönüşmüştür.

*Ben ürettim bu terimi, Amerik. Güzel ama değil mi?

Avan-garde Sinema


forum resmi

Fransızca ordu terimhanesinde "öncü birlik" anlamına gelen sözcük daha sonra kendi akımının öncüsü anlamına, oradan da sanat, kültür ve politikada yeniliğin ve deneyselliğin öncüsü anlamına genişler.

Ve böylece 1. Cihan Harbi'nden sonra Fransa'da doğan(ve diğer Avrupa ülkelerinde serpilip Amerika'da ölecek olan) sanat akımı da ismini bulur. Bu akıma göre, sanat artık doğanın taklidi olmaktan kurtarılmalı ve kendi varlığına kavuşmalıdır. Yani sanatın kalbi sanat için atmalıdır.

Bunun sinemadaki tezahürü şöyle olur:
Amerika'nın sinema sanatının içine etmesine ve "sanat halkın parası içindir" düsturunu kendine çıkış noktası bellemesine kızan bazı Fransız sinemacılar, buna karşı bir savaş başlatır. Bu uçuk kaçık adamlara göre bir film saf, katışıksız, salt olmalı; insanda daha önce hissetmediği duygular uyandırmalıdır.
Sinema artık somut gerçeklerin yeniden üretildiği bir alan olmaktan çıkıp soyut, bol çağrışımlı bir dünyanın bekçisi olmuştur. Avangard bir filmde ne alışılmış kamera açıları vardır, ne de bildik bir senaryo. Renkler, (s)imgeler, eşyalar; izleyiciyi şaşırtmak, afallatmak, onda his üretmek için farklılaşır.

Misal: Luis Buñuel ve Salvador Dali'nin ortak-tırlak zekalarından doğan Un Chien Andalou (Bir Endülüs Köpeği)
forum resmiforum resmi

Slapstick Komedi (Şakşak Güldürü)

forum resmiforum resmi
forum resmi
Slapstick: İki ince tahtanın birbirine basitçe tutturulmasından ibaret müzik aleti.
Bir kaba güldürü türüne de isim olma sebebi şudur:
Eskiden İtalyan sokak tiyatrolarında (Commedia dell'Arte) bir karakter diğerine bir nesneyle(tava, sopa vb.) vuruyormuş gibi yaptığı anda sahne ardından bu slapstick aletinin tahtaları birbirine vurularak şapank, çatank diye ses çıkarılırmış ki sahne önünde gerçekleşen vuruş gerçeğe yakın olsun(belki de ses efektinin doğuşuyla karşı karşıyayız).
Daha sonra bu alet, zamanla; karakterlerin düşmesi, bir yere çarpması, birbirlerini kovalaması ve birbirlerine vurması gibi fiziksel durumlarla izleyiciyi güldürmeyi amaç edinmiş sinema filmlerini tanımlamak için kulanılan bir isme dönüşmüş.

Bu türü en güzel şekilde rahmetli Şarlo ve Laurel-Hardy ikilisi icra ederdi.
Türü çağdaş sinemada şahlandırmaya yeltenenlerin en iyisi de kanımca ZAZ ekibi ve Mr. Bean serisidir.

Nota bene: Tom ve Jerry çizgifilmlerinde türün tüm marifetini görebilirsiniz.

Kadraj

forum resmi

Hep bir yerlerden duyup ne olduğunu az çok bilsek de tam anlamıyla kavrayamadığımız terimlerdendir kadraj:
Hem sinema hem fotoğrafçılık terimi olarak:
Fotoğraf makinesinin veya vidyo kameranın dış dünyayı kaydederken kullandığı çerçeve ve o çerçeve içine giren herşey.
Hani şu, yönetmenler, baş parmakları ve işaret parmakları yardımıyla bir dikdörtgen oluşturup öyle bakarlar ya kadraj nasıl diye!
Cümle içinde kullan:
Tüh! Kafan kadrajdan yukarı çıkmış!
Biraz sıkışın; kadraja hepiniz sığmıyorsunuz!

Soysuzlar Çetesi / Inglourious Basterds


(Bu eleştiri yazısı taslak halindedir, eklemeler sürecektir)


Tarantino ilginçlikleri, farklılıkları hemen filmin isminden itibaren başlıyor: Doğru bir yazımla Inglourious Bastards olması gereken isim, Inglourious Basterds'a dönüşmüş ve Tarantino bunun neden böyle olduğunu, bu bilinçli yazım hatasının ne anlama geldiğini açıklamıyor. Açıklarsam büyüsü bozulur diyor, haklı bir gerekçe; ama muhtemelen hiç bir manası yok; sonuç olarak Tarantino amacına ulaşıyor: Bizi ölesiye merak ettiriyor.
İlk izleyişimde, Tarantino'nun saygı duruşlarını farkettim: Sinema Tarihi, Diller, Milletler
Filmin bir çok kısmında, farklı diller konuşuluyor ve bu filmin gidişatı için çok önemli hale geliyor. Ve milletler: Amerikalılar, hırslı ve cesur ama plansız ve sarsak; Almanlar sistematik ve sakin ama duygusuz; Fransızlar ise kibar, kırılgan ve naifler.
Filmin bir çok sahnesinde sinema tarihi ve bu sanatın sosyal değeri vurgulanıyor.
Bu açık okumaları farkedemeyen izleyici için beklenenin altında aksiyon sahnesi barındıran film, bu açıdan şiddete meyyal bir ünlü posasına dönüşmüyor; güzelce işleyip güzelce bitiyor. Bitişin değeri ve etkisi tartışılır tabiidir ki; lakin ben çok kolaycı buldum, ve alaycı.
Oyunculuklara gelirsek, ki sabırsızlanıyorum, izleyen herkesin hem fikir olacağı gibi Nazi Albayı Hans Landa’yı canlandıran Christoph Waltz, tüm filmin şahıydı; fazlasıyla karikatür bir karakteri canlandıran Brad Pitt bile Christoph Waltz'un tozunu yuttu.



Gross-Out

Sözlük anlamı: (Amerikan. Argo.) Mide bulandıran şey.

Komedi filmlerin bir alttürü. Bu “ucube” tür için, insanoğlunun her şeyin içine eden ruhani yapısının bir dışavurumudur diyebiliriz.Türün kısa tarihi, 60'ların sonuna doğru; sanat adına artık her şeyin tükendiğini düşünen, aslında kendi tükenmişliklerinin kıskacında kıvrım kıvrım kıvranan yönetmen ve yapımcı bozuntularının “ne yapsak da insanların dikkatlerini çeksek, ortalığı kızıştırsak” düsturuyla, insanların gerçek hayatta yapmaya ve izlemeye imkan bulamadıkları iğrençliklerin sergilendiği film(si)leri çekmeleriyle başlar.

Artık ipin ucu kaçmıştır; komedi film(?)lerinde insanları şaşırtmaya ve salonlara çekmeye yarayan her türlü yol mübahtır ve bu yolların çoğu, istismar filmlerindekine benzer bir amaçla, cinsellikten, iğrençlikten, heladan, kusmuktan vb pislikten geçer. Özellikle sosyopat amerikan gençlerinin “başkasının acısından zevk alma” gibi duygularını sömüren bu tür, John Waters'ın iğrenç(ilk anlamıyla) kült filmi Pink Flamingos ile ortaya çıkar ve ucu Jackass'e kadar uzanır.

En popülerleri: American Pie(serisi), Scary Movie(serisi), Road Trip, Deuce Bigalow (serisi), Borat, South Park(sadece iğrenç kısımlarını kastediyorum; eleştirel tavrını beğeniyoruz).

9 Nisan 2010 Cuma

Kuşlara (Besle Kargayı Da Doysun Gözümüz) - Stephen King

Pekâlâ, bu bir bilim kurgu şakasıdır.

1995’te veya o civarda gibi görünüyor, Londra’nın atmosferindeki kirlilik, tüm ekinkargalarının soyunu tüketmeye başlamıştır. Şehir yönetimi olayla bir hayli alakadar olur, çünkü kamu binalarındaki saçaklara ve küçük acayip çatlaklara tüneyen ekinkargaları, oldukça ilgi çekmektedir. Ellerinde Kodaklarıyla şu Yankiler, anlarsınız ya. Öyle olunca yönetim der ki “Peki, şimdi ne yapacağız?”.

İklimi Londra’nınkine benzeyen bir sürü yerden tanıtım-kitapçığı alırlar ki kirlilik sorunu tamamıyla halledilene kadar ekinkargası yetiştirebilsinler. Benzer iklime, ama düşük kirlilik oranına sahip bir yer bulunur: Bangor, Maine. Böylece gazeteye, kuş severlerden yardım isteyen bir ilan verirler ve bu işle uğraşan bir grup adamla konuşurlar. En sonunda, ekinkargası yetiştirmesi için, yıllığı 50,000 dolara bir adam tutarlar. Ardından Concord’la, şu kırılmaz çantalar içine yerleştirilmiş iki çanta ekinkargası yumurtası taşıyan bir kuşbilimci yollarlar –nakliye bölmesini sürekli sabit bir ısıda tutarlar ve falan filan.

Böylece, adamımız yeni bir iş sahibi olur: Kuzey Amerika Ekinkargası Çiftlikleri A.Ş. Hemen yeni ekinkargaları kuluçkalama işine girişir ki Londra ekinkargasız bir şehir olmasın. Lakin bir şey vardır, Londra Şehir Meclisi beklemeye dayanamaz ve her gün şöyle yazan bir telgraf gönderir: “Besle Kargayı Da Doysun Gözümüz.”

ç.n. Stephen King’in, kelime oyunları ve şakalardan derlenen bir kitap (der: James Charlton) için 1986 yazdığı bu öykü, farklı bir sonla bitmektedir ama, Usta’dan özür dileyerek, kelime oyununu Türkçeye taşıyabilmek adına küçük bir değişiklik yaptım: Öykü, İngilizcede sık kullanılan, iki cümle arasındaki ses benzerliğine dayanan bir kelime oyunuyla bitiyor: “Bred Any Good Rooks Lately?”(gönderme yapılan cümle: “Read Any Good Books Lately?”)

Çeviren: Bülent Özgün

30 Mart 2010 Salı

Lanetli Sefer (The Cursed Expedition) - Stephen King

Lanetli Sefer (The Cursed Expedition) - Stephen King

“Ehh” dedi Jimmy Keller, çölün ortasında, üzerinde roketin durduğu rampaya bakarak. Yalnız bir rüzgâr esti çölün içinden ve Hugh Bullford “Evet, Venüs için yola çıkma vakti geldi sayılır. Neden? Neden Venüs’e gitmek istiyoruz?” dedi.

“Bilmiyorum” dedi Keller. “Hiç bilmiyorum.”

Roket Venüs’e iniş yaptı. Bullford havayı inceledi ve şaşırmış bir tonda “Nasıl olur, bu, o eski güzelim Dünya havası! Tamamıyla solunabilir!"

Dışarı çıktılar ve bu sefer şaşırma sırası Keller’daydı. “Olur şey değil, tıpkı dünyadaki ilkbahar gibi! Her yer bereket dolu, yeşil ve güzel. Vay be… Burası cennet!”

Dışarı koştular. Meyveler sıra dışı ve lezzetli, sıcaklık mükemmeldi. Gece olduğunda, dışarıda uyudular.

“Buraya Cennet Bahçesi diyeceğim” dedi Keller hevesli hevesli.

Bullford ateşe gözlerini dikti, “Buradan hoşlanmıyorum Jimmy. Sanki her şeyde bir sorun var. Burayla ilgili bir şey var… Kötü bir şey.”

“Seni uzay tutuyor galiba” diye alay etti Keller. “Uyu artık.”

Ertesi sabah James Keller ölmüştü.

Yüzünde, Bullford’un bir daha görmeyi ummadığı, dehşet dolu bir bakış vardı.

Onu gömdükten sonra, Bullford Dünya’yı aradı. Hiç yanıt almadı. Telsizin işi bitmişti. Bullford telsizi söktü ve tekrar bir araya getirdi. Telsizle ilgili bir sorun yoktu, ama gerçek ortadaydı: Çalışmıyordu.

Bullford’un endişesi ikiye katlandı. Dışarı koştu. Etraf önceki gibi sakin ve huzurluydu. Ama Bullford onun içindeki kötülüğü görebiliyordu.

“Onu sen öldürdün!” diye haykırdı. “Bunu biliyorum!”

Birden yer yarıldı ve Bullford’a doğru ilerledi. Aklını oynatmak üzereyken, gemiye doğru koştu. Ama öncesinde yanına bir parça toprak aldı.

Toprağı tahlil etti ve ardından dehşete kapıldı. Venüs canlıydı.

Birden uzay gemisi yana doğru yattı ve devrildi. Bullford çığlık attı. Ama toprak, gemiyi kapladı ve ardından sanki dudaklarını yaladı.

Sonra yine eski halini aldı, bir sonraki kurbanını beklemeye koyuldu…

Çev: Bülent Özgün ve Turabi Elmacıoğlu

Metnin aslı için buraya bakınız.

28 Mart 2010 Pazar

Asla Ardına Bakma ( Never Look Behind You )- Stephen King

Yaşlı bir kadın, içeri öylece, dilediği gibi girebileceğini düşündüğü sırada, George Jacobs ofisini kapatıyordu.

Bugünlerde pek kimse aşındırmıyordu kapısını. İnsanlar George’tan nefret ediyorlardı. On beş yıldır insanların ceplerindeki parayı sömürüyordu. Hiç kimse onu kazıklayamazdı. Neyse biz öykümüze dönelim.

İçeri giren yaşlı kadının sol yanağında çirkin bir yara vardı. Elbiseleri pis paçavralar ve başka kaba saba şeylerden ibaretti. Jacobs parasını sayıyordu.

“İşte! Elli bin dokuz yüz yetmiş üç dolar, altmış iki sent.”

Kesin olmak, Jacobs’ın her zaman hoşuna giderdi.

“Sahiden çok para,” diye konuştu kadın. “Harcayamayacak olman çok kötü.”

“Ne –Sen de kimsin?” diye sordu Jacobs, yarı şaşırmış halde. “Ne hakla beni gözetliyorsun?”

Kadın cevap vermedi. Kemikli elini yukarı doğru kaldırdı. Adamın boğazında bir ateş parladı – ve bir çığlık. Ardından George Jacobs, son bir hırıltıyla öldü.


“Onu neyin –ya da kimin- öldürmüş olabileceğini merak ediyorum?” dedi genç bir adam.

“Öldüğüne sevindim” dedi diğeri.

Şanslıydı.

Ardına bakmamıştı.

ç.n. Bu minik öykü de 1960 yılında(12 yaşındayken) Stephen King tarafından, arkadaşı Chris Chesley ile beraber çıkardıkları bir fanzin (People, Places and Things) için yazılmıştır. Öykülerin sekizi King'e aittir.

Çev: Bülent Özgün

Öykünün aslı: http://snarkss.livejournal.com/12566.html

27 Mart 2010 Cumartesi

Sisin Diğer Tarafı ( The Other Side Of The Fog ) - Stephen King

Pete Jacob dışarıya adımını attığı anda sis birden evini yuttu ve Jacob etrafını tamamıyla saran beyaz tabakanın dışında hiçbir şey göremedi. Bu ona, dünyadaki son insan olduğuna dair garip bir his verdi.

Birden Pete’in başı döndü. Midesi alt üst oldu. Düşen bir asansördeki biri gibi hissetti. Sonra bu his geçti ve yürümeye devam etti. Sis dağılmaya başladı ve Pete’in gözleri, korku, dehşet ve şaşkınlıkla kocaman açıldı.

Şehrin ortasında duruyordu.

Fakat en yakın şehir kırk mil uzaktaydı.

Bu şehir de neyin nesiydi! Pete hiç böyle bir şey görmemişti.

Yüksek kuleli zarif binalar göğe değiyordu sanki. İnsanlar hareketli bir taşıma bandı üzerinde ilerliyorlardı.

Bir gökdelenin köşetaşında* 17 Nisan 2008 yazıyordu. Pete geleceğe gitmişti. Ama nasıl?

Pete birden korkuya kapıldı. Dehşetli, müthiş bir korkuya.

Buraya ait değildi. Burada kalamazdı. Uzaklaşan sisin peşinden koştu.

Garip giysili bir polis memuru sinirli sinirli bağırdı.

Yerden on beş-yirmi santim yüksekte giden garip arabalar, az kalsın ona çarpacaklardı. Ama Pete kurtuldu. Tekrar sisin içine doğru koştu ve birden her şey karanlığa büründü.

Sonra o his yine belirdi. O tuhaf düşme hissi… Ardından sis dağılmaya başladı.

Burası eve benziyordu…

Birden, kulakları sağır eden bir çığlık duyuldu. Pete arkasını döndü ve ona doğru ağır ağır yaklaşmakta olan tarih öncesine ait dev bir brontosaurus gördü. Küçük yuvarlak gözlerinde öldürme arzusu vardı.

Dehşet içinde, tekrar sisin içine doğru koştu.

Bir dahaki sefere sis sizin üzerinize kapanır ve siz, o beyazlığın içinde koşan telaşlı adımlar duyarsanız… Seslenin.

Bu, Sisin kendine ait tarafını bulmaya çalışan Pete Jacobs olabilir…

Zavallı adama yardım edin.

 *Binanın dış yüzeyinde, görünür bir yere (ekseriya köşelere) yerleştirilen, üzerinde binaya dair bilgilerin(yapım tarihi, mimar, vs) barındığı özel taş.
Çev: Bülent Özgün

Ökünün aslı için buraya gidin.

26 Mart 2010 Cuma

Kaçmak Zorundayım ( I’ve got to get away ) - Stephen King


“Ne yapıyorum burada?” diye şaşırdım birden. Dehşete kapılmıştım. Hiçbir şey hatırlayamıyordum, ama buradaydım, bir atom fabrikasında montaj hattında çalışıyordum. Tek bildiğim adımın Denny Philips olduğuydu. Uykudan yeni uyanmış gibiydim. Bu yer korunuyordu ve muhafızların silahları vardı. İşlerini ciddiye aldıkları belliydi. Başka çalışanlar da vardı ve zombiyi andırıyorlardı. Mahkûm gibi görünüyorlardı.

Ama sorun bu değildi. Kim olduğumu bulmak zorundaydım… Ve ne yaptığımı.

Kaçmak zorundaydım.

Bulunduğum yerden ayrıldım. Muhafızlardan biri bağırdı, “Oraya geri dön!”

Odanın karşısına doğru koştum, bir muhafızı devirdim ve kapıdan çıktım. Silahların patlayışını duydum ve bana ateş ettiklerini anladım. Ama zihnimdeki o güdüleyici düşünce bastırıyordu:
Kaçmak zorundayım!

Diğer kapının önünü kesen bir grup muhafız daha vardı. Tuzağa düşmüşüm gibi geliyordu, ta ki aşağı doğru sarkan bir mekanik kol görene kadar. Kolu yakaladım ve bir sonraki iskeleye doğru, üç yüz fitten fazla yukarı çekildim. Ama bu iyi değildi. Orada bir muhafız vardı. Beni vurdu. Kendimi çok halsiz hissettim, başım dönüyordu… Büyük karanlık bir çukura düştüm…

Muhafızlardan biri şapkasını çıkardı ve başını kaşıdı.

“Bilmiyorum Joe, hiç bilmiyorum. Çok büyük ilerleme kaydediyoruz… Ama şu x-238A… Denny Phillips, ismindeki… Onlar harika robotlar… Ama arıza çıkarıyorlar, arada sırada, sanki bir şey arıyor gibiler… İnsan gibi. Aman neyse.”

Bir kamyon geçip gitti. Yan yüzünde bir yazı vardı, şöyle yazıyordu: ACME ROBOT ONARIMI
İki hafta sonra, Denny Phillips işine geri döndü… Gözlerinde boş bakışlar… Ama birden…

Gözleri netleşir… Ve, o karşı konulmaz düşünce belirir:
KAÇMAK ZORUNDAYIM!

Çev: Bülent Özgün

Metnin aslı için buraya bakınız.

21 Mart 2010 Pazar

Yolun Sonundaki Otel - Stephen King (Hotel at The end of The Road - Stephen King)



































“Daha hızlı!” dedi Tommy Riviera. “Daha hızlı!”

“Şu anda 85 basıyorum” dedi Kelso Black.

“Polisler hemen arkamızda,” dedi Riviera. “90’a kökle”. Pencereden dışarı doğru eğildi. Kaçan arabanın ardında bir polis aracı vardı, ciyaklayan sireni ve yanıp sönen kırmızı ışığıyla.

“İlerdeki yan yola gazlıyorum.” Diye homurdandı Black. Direksiyonu çevirdi ve araba etrafa çakıl saçarak dolambaçlı yola döndü.

Üniformalı polis başını kaşıdı. “Nereye gittiler?”

Ortağı kaşlarını çatarak baktı. “Bilmiyorum. Birden… Kayboldular.”

“Bak” dedi Black. “İlerde ışıklar var.”

“Bu bir otel,” dedi Riviera şaşkınlıkla. “Bu toprak yolun üstünde, bir otel! Şu Allah’ın işine bak! Polisler asla oraya bakmazlar!”

Black, arabanın lastiklerini umursamayarak, freni kökledi. Riviera arka koltuğa uzanıp siyah bir çanta aldı. İçeri girdiler.

Otelin, 1900lü yılların başından kalma bir görüntüsü vardı.

Riviera sabırsızca zile vurdu. Yaşlı bir adam ayaklarını sürüyerek çıktı. “Bir oda istiyoruz” dedi Black.

Adam ses çıkarmadan onlara baktı.

“Bir oda!” diye tekrar etti Black.

Adam ofisine tekrar gitmek için gerisin geri döndü.

“Hey, yaşlı adam!” dedi Tommy Riviera. “Kimse bana böyle davranamaz.”

35’liğini çekti. “Şimdi bize bir oda ver.”

Adam devam etmeye hazır gibi görünüyordu ama sonunda şöyle dedi: “Oda 5. Koridorun sonunda.”

Onlara imzalamaları için bir kayıt defteri vermedi, onlar da yukarı çıktılar.

İki kişilik demir bir karyola, kırık bir ayna ve kirlenmiş duvarkağıdı dışında bomboş bir odaydı.

“Aah, ne berbat bir yer burası!” dedi Black, iğrenerek. “Bahse varım, burada beş galonluk bir tenekeyi dolduracak kadar hamamböceği vardır.”

Ertesi sabah Riviera uyandığında, yataktan kalkamadı. Hiçbir kasını oynatamıyordu. Felç olmuştu. Az sonra yaşlı adam göründü. Elinde, Black’in kollarına soktuğu bir iğne vardı.

“Demek uyandın,” dedi. “Benim, benim, siz ikiniz yirmi beş yıldır benim müzeme yapacağım ilk katkılarsınız. Ama sizler iyi muhafaza edileceksiniz. Ve ölmeyeceksiniz.”

“Sizler, canlı müzesi koleksiyonumun diğer parçalarına katılacaksınız. Hoş parçalar.”

Tommy Riviera, dehşetini dahi ifade edemedi.

ç.n. Bu minik öykü 1960 yılında(12 yaşındayken) Stephen King tarafından, arkadaşı Chris Chesley ile beraber çıkardıkları bir fanzin(People, Places and Things) için yazılmıştır. Öykülerin sekizi King'e aittir.

Çeviren: Bülent Özgün


Öykünün aslı için buraya bakınız.

13 Mart 2010 Cumartesi

Adam Gibi Adam




















Veyis’e

Şimdi

Yürüyordur

Yüreğinde başkalarının acıları,

Sesinde özlem türküsü.

Bir kedi, kahve önü, otobüs durağı, derslik kapısı.

Yürüyordur adamlığa doğru

Biz ardında.


Çok özledim onu.

Gelse de sımsıkı sarılsak;

Üç beş kıza laf atsak.

Gelse de ağlasam ellerine doyasıya.


Yaşımız aynı da olsa

Kalbi büyüktür benimkinden.

Abimdir.

İçindeki çocuk

Koşar hala aynı sokaklarda.

1 Şubat 2010 Pazartesi

Kürtaj

Doğmadan öldürdüğüm oluyor
Bazı şiirlerimi.
Ne de olsa rahim bende
Diyerek.

25 Ocak 2010 Pazartesi

Merdiven - Bülent Özgün




-->Korkularla yaşıyorum. Şimdi burada, bu merdiven başında böylesine hareketsiz duruşumun sebebi bu. Bu cümle yaşamımın bir çok evresinde maruz kaldığım acının özeti.

Tüm yaşamını saran korkularının ilki, karanlık korkusuydu. 5 yaşında bir çocuk için doğal bir korku bu. Doğal olmayan onun bu korkudan yeni bir korku üretmesi. Annesi uzun süre, bu korkuyu yenmesi için ona yardım etti. Uyuyana kadar yanında kaldı. Daha sonra ışıkları söndürüp yanında kalmaya başladı. Sonra ışıklar yanık bir şekilde yalnız başına uyumaya alıştı ve sonunda karanlıkta uyumaya başladı. Korkuyu atlatmıştı ama şimdi de aydınlıktan korkmaya başlamıştı. 

Konuşmayı geç öğrendiğim için pek arkadaşım olmadı. Sağ kaşımın ve sağ kolumun bir kısmı beyaz tüylerle kaplıydı. Bu durum arkadaş edinmemi daha da zorlaştırıyordu. Diğer çocuklar bana garip bir yaratıkmışım gibi bakıyorlardı. Zamanla diğer çocuklardan uzaklaştım kitaplarla dost oldum; yargılamayan, okumayı seviyorsan seni peşinen kabullenen sadık dostlar. Okumayı çok seven bir anne babanın çocuğu olduğumdan daha okula başlamadan öğrenmiştim okumayı. Annemin kütüphanesinden gizli gizli aldığım acayip kapaklı kitapları okuyordum. Bu kitapların içleri de acayipti: Canavarlardan, hayaletlerden, katillerden bahsediyorlardı. Lakin bu tehlikeli dünya korkutmadı beni.Yalnız kaldığımda sığınabileceğim bir dünya yarattım onlardan. Ürkütücü bir dünya ama okulda ya da mahallede yaşadığım dışlanmanın yarattığı dehşetten daha az sarsıcı. Akşamları karanlık çöktüğünde dünyamın varlıkları gelmeye başlıyordu odama. Zamanla onlarla anlaştım, onların varlığını kabullendim. Dolayısıyla varlıklarını kabul ettirmek için beni korkutmaya çalışmadılar. Onlar benim işime karışmıyorlardı ben de onların işine. Onları kızdırmamak için ışıkları söndürdüm. Artık odamda hiç ışık yakmamaya başladım. Işıklar yanınca beni terk edeceklerini, daha da kötüsü bundan beni sorumlu tutacaklarını düşündüm. Nerede bir ışık görsem söndürüyordum, aydınlığın sonuçlarından korkuyordum, dolayısıyla da aydınlıktan.