28 Aralık 2014 Pazar

Kuşlar Gibi - Bülent Özgün



Haber, çalışmanın detaylarını anlatarak devam ediyordu. Gül tüm yazıyı ilgiyle okudu. “İnsanlık kulak tıkadığı çığlıkların yerine sözlerle karşılaştığında, dinlemeye başlayacak.” cümlesini yüksek sesle tekrarladı. Cümle, Gül’ün içinde, çocukluğundan beri sızlayan bir yaraya dokunmuştu. Tüm hayatı boyunca destek verdiği hayvan özgürlüğü mücadelesinin kökten bir değişime uğrayacağını hissediyor, bunun bir parçası olmak istiyordu. İçi umut ve huzurla doldu. Yatağına gitti. Derin, rüyasız bir uykuya daldı.

Bir hafta sonra, o her şeyi değiştirecek olan ekibin önünde duruyordu.  Şahin Demir, ekip üyelerinin ortak dili olduğu için, İngilizce olarak Gül’ü tanıtmaya başladı:

“Arkadaşlar, sizi Prof. Dr. Gül Öz ile tanıştırayım, kendisi ekibimize katılmak için anavatanım Türkiye’den geldi, sosyoloji ve psikoloji alanlarında yadsınamayacak başarılara sahiptir. Son on yıldır daha çok hayvan-insan iletişimi ve bunun sosyolojik temelleri üzerine çalışmıştır. Çalışmamızın ahlaki açıdan hesaplayamadığımız olumsuz yanlarını onun rehberliği sayesinde bertaraf edebileceğimize inanıyorum.”

Gül, utanarak kabul etti övgüleri:

“Çok teşekkür ederim Bay Demir, burada olmak benim için büyük mutluluk ve onur. Bu çalışmanın ereğine varabilmesi için elimden geleni yapacağıma emin olabilirsiniz.”

Prof. Dr. Gül Öz ile tamamlanan ekip, çalışmanın temelini oluşturan dil öğretim sürecine başladı. Zekâ testlerinde yüksek başarı gösteren 12 karga seçildi. Öncelikle kargalara sembol ile nesne arasında bağ kurmayı öğrettiler. Üç yılın sonunda kargalar 350 sembol-nesne karşılığını öğrendiler. Sonraki aşamada semboller daha soyut simgelere dönüştürüldü. Onlara basit bir dil öğretilmişti. Dilbilimciler bu basit dili temel alan, kargaların zihin yapısına uygun ve tüm ayrıntısıyla insanların konuştuğu dilin eşdeğeri olan bir dil geliştirdiler. Engelliler için geliştirilen sistem o zaman kullanılmaya başladı. Kargalara öğretilen simgesel dil, sistem tarafından karganın beynine aktarılıyor, verdiği karşılık işleniyor ve yeniden hayvana yönlendiriliyordu. Bu geri besleme sayesinde öğrenme, beklenilenden daha hızlı ilerledi. Çalışmanın başlangıcından on yıl sonra kargaların neredeyse tamamı karmaşık dilin yapısını ve sözcük dağarcığını anlaşılabilir düzeyde öğrenmişti.

Çalışma ilerlerken dünyada da değişimler hızla sürmekteydi. Birçok ülkede benzer girişimler vardı. Başarısız olanları ve kötü niyetle yapılanları toplumda tepki yaratmaya yetti. Tepki çığ gibi büyüdü. Kökten dinci birçok grup bunun Tanrı’nın işine karışmak olduğunu söyledi, tüm hayvanlar ve bitkiler insana hizmet için yaratılmıştı onlara göre. Hayvanın konuşması ve kendi hakkını savunması dünyanın dengesini bozabilirdi. Endüstriyel hayvancılık sektörünün devasa şirketleri bu deneyleri karalamak için kampanyalar başlattı. Mezbahalarda kesilirken, sirklerde eğitilirken veya kürkü için avlanırken acı çeken hayvan videolarına cevaben “konuşturma” deneylerinde garip sesler çıkaran hayvanları gösteren, korku filmlerinden fırlamış sahnelerle dolu deney videoları yayınlandı internette. Her şey hakkında bilgisi olan köşe yazarları alaycı yazılar yazdı. Saatlerce konuşulup hiçbir şey söylenmeyen televizyon programları yapıldı. Ya dalga geçilip etkisi azaltılmaya çalışılıyordu ya da nefretle kınanıyordu deneyler. Hayvan hakları savunucuları, veganlar ve vejetaryenlerden oluşan küçük bir grup dışında herkes bu çalışmaların kötücül yanına bakıyordu. Felaket tellalları avazı çıktığı kadar bağırıyordu.

Dünya böylesine çalkalanıp dönerken ekip ümitle ve özveriyle çalışmaya devam ediyordu. Bu ümidi diri tutan en önemli etken Denek 9’du. Denek 9, diğerlerinden daha hızlı sonuç veriyordu. Ekip ona “Fri” ismini taktı. Fri müthiş bir hızla öğreniyor ve öğrendikleri arasında bağımsız seçimler yaparak ekip üyeleriyle bunlar üzerine sohbet edebiliyordu. Zamanla, bir “kişilik” oluşmaya başladı Fri’de. En iyi Gül ile anlaşıyordu. Bu çalışmadan bilimsel bir veri elde etmeyi amaçlamayan tek bilim insanı oydu çünkü. Gül, Fri’yi bir birey olarak görüyor, gelişimini yönlendirmek ve bundan sonuç almak değil onunla paylaşımda bulunmak istiyordu. Fri bunu farkediyor ve onun yanında kendisini daha rahat ifade ediyordu.

8 Aralık 2014 Pazartesi

Robot Öyküleri Antolojisi - Isaac Asimov

Robot Öyküleri Antolojisi
(Eight Stories from the Rest of the Robots)
Isaac Asimov

Çevirmen:
Özlem Kurdoğlu Alpin


Us Kitapları - 1999 - 203 s.

Daha önce hiçbir Asimov eseri okumamış biri olarak çok şey kaçırdığımı fark ettim. Özellikle robot öyküleri öyle güzelmiş ki…

Bu antolojiyi, her öyküye hayran kalarak, bir solukta okudum. Hatta öykülerden birinin “Ben, Robot”daki öykülerden biriyle ilintisi olduğunu öğrenince o öyküyü de bulup okudum bir çırpıda.

Bu güzel kitap Us Kitapları Yayınevi’nden Bilimkurgu Dizisi’nin ilk kitabı olarak çıkmış. İçindeki öykülerin biri hariç hepsi “Eight Stories from the Rest of the Robots” adlı derlemeden çevrilmiş.

Her öyküden önce Asimov kısa bir açıklama yazmış. Bu yazılar bazen öyküye dair olabildiği gibi bazen de yazıldığı zamanki anıları içeriyor. Sırf bu açıklamalar için bile kitap okunmaya değer.

“Eight Stories from the Rest of the Robots”daki öykülerden yalnızca “Galley Slave” adlı öykü bu Türkçe antolojiye eklenmemiş. Keşke eklenseymiş, çünkü Asimov, bu öykünün, içinde robopsikolog Susan Calvin’in yer aldığı öykülerin en uzunu olduğunu söylüyor ve en sevdiği Susan Calvin öyküsü buymuş.

Türkçe baskıda “Galley Slave” yerine “The Complete Robot” adlı derlemeden kısa bir bilgisayar öyküsü seçilip çevrilmiş: “Bakış Açısı”.

Çeviriyi Özlem Kurdoğlu Alpin yapmış, Özlem hanım bilimkurguya gönül vermiş bir doktor, Türkiye’de bu türün gelişip serpilmesinde katkıda bulunmuş biri. Kitabı da güzel çevirmiş. Tabi bazı ifadelerde sorun vardı. “Heaven help us” ifadesini “Cennet yardımcımız olsun” şeklinde çevirmesi ve bazı sözcükleri neredeyse olduğu gibi bırakması (Total Konversiyon bombası) beni rahatsız etti. Tabi bunun yanında şu ifadeyi çevirişine de hayran kaldım:

Alıntı
“Just possibly, Alfred,” said Bogert. “Just possibly. Enough for us to bring the matter up at the directors' meeting and see what they say. After all, the fat is in the fire. A robot has harmed a human being and knowledge of it is public. As Susan says, we might as well try to turn the matter to our advantage. Of course, I distrust her motives in all this.”

“Belki de, Alfred,” dedi Bogert. “Belki de olabilir. Konuyu müdürler toplantısında dile getirmeye ve onların ne diyeceğini görmeye yetecek kadarı var. Sonuçta yumurta kapıya gerçekten dayandı artık. Bir robot bir insana zarar verdi ve bu halk tarafından biliniyor. Susan’ın dediği gibi, durumu kendi avantajımıza çevirmeyi pekâlâ deneyebiliriz. Tabii onun bunu önermekteki nedenlerine pek güvenmiyorum.” (Lenny adlı öyküden)

Arka kapak:


Gelelim öykülere.

Robot AL-76 Başıboş Kalıyor:

Ay görevi için üretilen bir robot bir hata sonucu Ay’a gidemeden kaybolur ve kendini bir ormanda bulur. Orayı ay zanneden robotun ve onu gören adamın şaşkınlığını tahmin edebilirsiniz. Çok eğlenceli bir öyküydü.

İstem Dışı Zafer:


Jüpiter’e üç robot gönderilir. ZZ Bir, ZZ iki, ve ZZ Üç’ün görevleri Jüpiteri’i incelemek ve Jüpiterlilerle barışçıl bir temasa geçmektir. İstemeden güzel bir şey yaparlar. Ne yaptıklarını söylemeyeceğim ama üçü arasındaki konuşmalar ve Jüpiterlilerle temasa geçme çabaları çok keyif vericiydi.

Birinci Yasa:

Bir bozukluk sebebiyle “Bir robot bir insana zarar veremez veya hareketsiz kalmak suretiyle bir insanın zarar görmesine izin veremez.” yasasını çiğneyen bir robottan bahsediyor öykü. Daha doğrusu böyle bir robotla ilgili bir anısını anlatıyor Mike Donovan. Öykünün sonunda robotun yasayı niye çiğnediğini öğrenince gülümsüyoruz.

Bir Araya Gelelim:

Soğuk Savaş zamanlarındaki Uzay Yarışı yerini Robot Yarışı’na bırakmıştır. İstihbaratın çok büyük önem arz ettiği bu savaşta Amerika, uzun süredir sessiz kalan ve Robotik araştırmalarda ilerleme göstermeyen Rusya’nın önüne geçtiğini sanırken bir anda Rusya’nın ülkeye patlayıcı taşıyan robotlar soktuğuna dair bir bilgiyle şok yaşar. Sonu kolayca tahmin edilse de öyküdeki bu siyasi bakış onu harika bir öykü yapıyor.

Memnuniyetiniz Garantilidir:

Bir deneme için ev hanımı Claire Belmont’un emrine verilen Robot TN-3, yani Tony’nin olağanüstü hizmetini okuyoruz bu öyküde. Robopsikoloğumuz Susan Calvin’in de küçük bir rolü var hikayede.

Risk:

“Ben, Robot”taki öykülerden biri olan “Küçük Kayıp Robot”la aynı yerde, aynı kişiler arasında geçiyor “Risk”. Tabi konu olarak çok farklı. Calvin’in zorlama ve tehditleriyle hayati risk taşıyan bir görev verilen Gerald Black’i merkeze alıyor öykü. Okurken Susan Calvin’e çok kızacaksınız.

Lenny:

Kitabın en sevdiğim öyküsü. Yine Susan Calvin. Bir ihmal sonucu pozitronik beyninde sorun çıkan Robot LNE, garip davranışlar sergilemeye başlar. Bunun nedenini araştırmak tabi ki Calvin’e düşer. Aslında Calvin bu görev için fazla isteklidir. Nedenini söylemeyeceğim ama öykünün sonunda Susan’ı çok seveceksiniz.

Bakış Açısı:

Bir robotla değil devasa bir bilgisayarla ilgili bu öykü. Multivac tüm Dünya’nın sorunlarını çözmekle yükümlü ve bu işi layıkıyla yapan müthiş bir bilgisayar. Lakin bir sorun çıkıyor. Öyküde, bilgisayarı tamir etmeye çalışan mühendislerden birinin oğlu olan Roger’ın yaşanılan soruna bakış açısını görüyoruz. Kısacık, güzel, naif bir öykü.

3 Aralık 2014 Çarşamba

Zaman ve Gully Foyle Üstüne... - Neil Gaiman

Zaman ve Gully Foyle Üstüne... - Neil Gaiman

Hollywood yapımı bir filmin hangi dönemde yapıldığını başroldeki kadın oyuncunun makyajına bakarak söyleyebilirsiniz ve eski bir bilim kurgu romanının yazıldığı zamanı da kullanılan sözcüklerden saptayabilirsiniz. Gelecek dışında hiçbir şey zamanı daha güçlü, daha hızlı ve daha tuhaf bir şekilde saptayamaz.

Bu her zaman doğru değildir, ama son otuz yıl içinde (John Clute ve Peter Nicholls'ın Bilim Kurgu Ansiklopedisi'nde 'ilk bilim kurgu'nun ölümünün başlangıcı olarak niteledikleri Sputnik'in uzayı yeryüzüne indirdiği 1957 ve George Orwell'ın bitip William Gibson'un başladığı 1984 yılları arasında) şu anda içinde yaşamaya çalıştığımız geleceğe yollandık ve belki de bütün eski bilim kurgu romanları kendilerini artık tozlu raflarda çürümeye terk edilmiş buldular, yürürlükten kalkmışlardı, günlük gereksinimlere cevap vermiyorlardı. Gerçekten de böyle mi oldu?

Bilim kurgu, eğer gerçekten iyiyse, sorun yaratan, aykırı ve içine girilmesi zor bir yazın türüdür. Gelecekte insanlığı tehdit eden sorunları öngörür, "eğer böyleyse" ve "eğer böyle sürerse"lerin hepsi bilim kurgunun ana izleklerinden biridir; ama bugünde de ve içinde yaşadığımız dünyada da "eğer böyleyse" ve "eğer böyle sürerse"ler daima bulunacaktır. Bugünden neyi anlıyorsak elbette.

Başka bir şekilde belirtmek gerekirse, hiçbir şey tarihsel kurgu ve bilim kurgudan daha iyi bir şekilde zamanla hesaplaşmaz. Sir Arthur Conan Doyle'un tarihsel kurgusu ve bilim kurgusu bir bütündür; her ikisi de Victoria Dönemi Londra'sında gazla aydınlatılmış devri konu edinmesine rağmen, Sherlock Holmes'da görmediğimiz bir şekilde zamanıyla hesaplaşır.

Tarihi midir diye bir soru sorarsak, buna verilecek cevap onların daha çok kendi dönemlerini konu edindiğidir.

Ama istisnalar daima vardır. Örneğin Alfred Bester'in Kaplan! Kaplan!'ında (İngiltere 1956; ABD'de 1957 yılında Yıldızlar Hedefim adıyla tekrar basıldı) gelecekteki güneş sisteminin muhtemel durumu hakkında, dönemin bilim kurgu yazarlarının konu edinip Bester'in radikal olarak ihlal ettiği spekülatif düşüncelerin hiçbiri bulunmaz. Ama öykünün her sayfasına hükmeden sabit fikirli ana kahraman Gully Foyle bize, Poe'nun, Gogol'un ya da Dickens'ın karanlık karakterlerini anımsatır ve onun da çabası etrafındaki dünyayı kontrol altına almaktır. Roman boyunca Foyle'un sabit fikirli tavrı sürerken 1956 yılındaki geleceği görme beceriksizliği arka planda kendini belli eder. Eğer Gully Foyle böylesine uzlaşmaz, gaddar ve henüz gerçek yaşamda hiç doğmamış bir karakter olmasaydı, tıpkı Sherlock Holmes gibi, bir ikona dönüşebilecekti. Ama aslında öyledir; Bester, onu yaratırken ilham olarak başka roman karakterlerinden bir şeyler kattıysa da - gerçekte Gully Foyle, Alexandre Dumas'nın Monte Cristo Kontu'nda (1844) bin sayfa boyunca kendisine eziyet edenlerden intikam alan Edmond Dantes karakterinin bir uyarlamasıdır - Foyle'un kendisi bir uyarlama olamaz.

Ben 1970'li yılların başlarında bu kitabı - ya da çok benzerini; bir kitabı okuduğunuzda tehlikeli sularda yol alabileceğiniz için artık o kitabı yeniden okuyamazsınız - genç bir yeni yetme olarak okuduğumda Kaplan! Kaplan! adıyla okumuştum. Yıldızlar Hedefim yerine Kaplan! Kaplan! ismini tercih ederim çünkü çok daha tehdit edicidir ve buna ek olarak daha fazla imge çağrıştırır. Başlangıçtaki Blake şiirinden alıntıyla Tanrı'nın kaplanı da yarattığı anımsatılır. Kuzuyu yaratan Tanrı, onu yiyerek yaşamını sürdüren etoburları da yaratmıştır. Ve Gully Foyle, kahramanımız, bir yok edicidir. Kitabın ilk bölümlerini okurken onun sıradan, önemsiz biri olduğunu anlarız; ardından Bester, sis perdesini kaldırarak onun öfkelenip zihninin açılışını anlatır: O, neredeyse iğrenç, aptal, çevresine at gözlüğüyle bakan, ahlaksız (ölmeye can atması yüzünden fazla soğukkanlı oluşu ve uyanık haliyle değil, sadece tamamıyla körlemesine bencil) oluşu yüzünden bir katildir, bir tecavüzcü, bir canavar. Bir kaplan.

(Bester, İngiltere' de romanı üzerine çalışmaya başladığı sırada, karakterlerinin adlarını bir İngiliz telefon rehberinden seçmiştir. Foyle ise Londra'daki en büyük, en heyecanlandırıcı kitapçı dükkanının adıdır - diğer yandan kahramanımızın adı, tuhaf halklar arasında yolculuk eden Lemuel Gulliver' den kısaltılmıştır. Dagenham, Yeovil ve Sheffield ise İngiliz şehirleridir.)

Şu anda, bilim kurgu romanında ikinci bir dönemin başlangıcındayız. Kısa süre öncesine kadar konuyla ilgili yazıp çizen herkes birbirini tanırdı. Örneğin ben Alfred Bester'le hiç tanışmadım: Gençken hiç Amerika'ya gitmedim ve o da 1987 yılında Brighton Worldcon kongresine davetli olarak gelecekken sağlık sorunları olduğu için gelemedi ve kısa bir süre sonra öldü.

Birçok iyi kısa öykünün, yazarlık kariyerinin ilk yıllarında kaleme aldığı iki olağanüstü bilim kurgu romanının (biri elinizde tuttuğunuz kitap, diğeriyse The Demolished Man*) ve daha sonraki yazarlık döneminde her nasılsa daha az dikkat çekici bilim kurgu romanlarının yazarı olan Bester’a kişisel methiyeler düzmeyeceğim. (1950'lerin New York televizyon dünyasını konu edinen Rat Race adlı harika psikolojik korku romanını da unutmamak gerek.)

Kariyerine ucuz bilim kurgu dergilerinde yazarak başlayan Bester, buradan çizgi romanlara geçmiş, Süperman, Yeşil Fener ('Yeşil Fener Yemini'ni o yaratmıştır) ve birçok başka karakterde yazarlık yaptı ve oradan da radyoya geçerek Charlie Chan ve The Shadow adlı radyo oyunlarında çalıştı. Bir konuşmasında çok iş değiştirmesi hakkında şunları söylemişti:  "Çizgi roman günleri bitmişti ama görsellik, çarpıcılık, diyalog kurma konusunda ve ekonomik konuşmalar oluşturmakta harika bir eğitim almış oldum."

Bester, 60'lı ve 70'li yılların başındaki radikal "Yeni Dalga" akımı ve 1980'lerdeki "cyberpunklar" tarafından eskiler ('İlk bilim kurgucular') arasından referans noktası olarak gösterilen çok az yazardan - belki de tek- biridir. "Cyberpunk"ın doğup çiçeklenmesinden üç yıl sonra, 1987'de öldüğünde, 80'li yıllardaki bilim kurgu yazar kuşağı ona, özellikle elinizde tuttuğunuz bu kitaba çok şey borçlular.

Kaplan! Kaplan! her şeyden önce mükemmel bir 'cyberpunk' romanıdır: Uluslararası işbirliği entrikası içeren 'protocyber’ öğeler; tehlikeli ama aynı zamanda gizemli ve hiper-bilimsel PyrE; ahlaksız bir kahraman; çok soğukkanlı bir kadın hırsız...

On yıl gibi bir zaman dilimini önceden gören Kaplan! Kaplan!'ı diğer pek çok cyberpunk romanlarından daha da ilginç kılan bütün bunları, Gully Foyle karakterinin tüm biçim değiştirmeleri sırasında (eğer tüm karakterlere yeterince sayfa ve yer ayrılırsa, her biri Tanrı olur) ahlaklı bir adam oluşuna bizleri tanık edişinde yatar. Kaplan dövmeleri, onu iradesini kontrol etmeyi öğrenmeye zorlar. Duygusal durumu anında yüzüne yansır -ki bu da onun kızgınlığın ve yok etmenin ötesine götürüp yeniden rahme, her şeyin doğup başladığı yere dönmesini sağlar. Kitap ayrıca bize harika bir rahim sıralaması verir: tabut, Göçebe, Goufre Martel, St. Patrick ve son olarak yeniden Göçebe). Aslında bize bundan fazlasını verir:

Doğuş.
Simetri.
Nefret.

Bir uyarı notu: Kitabın içeriği, okuyucunun alışık olduğu diğer kitaplardan daha fazla çaba gerektiriyor. Eğer ilk kez şu anda yazılıp basılmış olsaydı yazar bize şiddeti ima etmez gösterirdi. Tıpkı Goufre Martel'den sonraki gece, güneş doğup kızın adamın yüzünü görmesinden önce, çimenlikteki seksi izlemememize izin verilebileceği gibi...

Öyleyse yeniden 1956 yılında olduğunuzu düşünün. Gully Foyle ile tanışmak ve nasıl jauntelenildiğini öğrenmek üzeresiniz. Geleceğe gidecek olan yoldasınız.

*The Demolished Man ülkemizde Anarşist (1971) adıyla, Reha Pınar çevirisiyle; 24. Yüzyılda Cinayet (1983) adıyla, Selma Mine çevirisiyle ve Yıkıma Giden Adam (2000) adıyla, Berna Kılınçer ve Çetin Şan çevirisiyle yayınlanmıştır.

Türkçesi: Hakan Aytutucu

13 Ekim 2014 Pazartesi

Yürek Yükü

Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde, zaman ki bilinmezin içinde, iyiliğin kötülükten daha çok görüldüğü, çocukların seslerini neşenin bürüdüğü zamanların birinde, bir köyün patika yolundayız şimdi. Siyah saçları geceden daha siyah, ak tenli, peri gözlü bir kız yürüyor patikada. Yanında babası, birlikte gecenin içinden evlerine gidiyorlar. Kızın güzel yüzüne yorgunluğun örtüsü düşmüş, gülümseyişi zar zor görülüyor. Mutsuz değil ama. Yorgun sadece. Hayata güzel bakan ruhu olmasa yürüyecek takati yok. Ara sıra babasına gülümsüyor, ona geçmişteki güzel günlerden gelecek güzel günlere uzanan öyküler anlatıyor. Her gece yapar bunu. Çalıştıkları tarladan eve kadar uzanan o uzun yol, konuşmadan çekilmez yoksa. Babası da dinliyor kızının billur sesini. Kızına her bakışında gurur taşıyor gözlerinden. Yavaş yavaş yaklaşıyorlar küçük ama sıcak evlerine. Kapının önünde, anne yine. Baba ile kızın o karanlık yollardan sağ salim eve döndüklerini görmezse içi rahat etmez çünkü. Her zamanki gibi öpüyor kızını, kız da sevgiyle sarılıyor anacığına. Yemek hazır, mis gibi kokular geliyor içerden. Kızın kardeşleri çoktan oturmuşlar sofraya; ellerinde kaşıklar, bekliyorlar, babalarını, ablalarını:
“Hoş geldiniz baba, abla!”

Yemekler soğumadan başlamalı. Anne, peygamber adaletiyle koyuyor yemekleri. Masanın ortasında da kocaman bir testi, bir bakır bardak. Çünkü anne biliyor kızının ve kocasının sıcaktan kavrulduklarını. Gece serinliği düşse de nefeslerine, suya doyamazlar ikisi, biliyor. Yine az yiyor ipek saçlı kız. Sanki tüm gün o çalışmamış, onca tarlayı o ekmemiş. Yemeğinden birkaç kaşık alıp kalkmaya yeltenince babası kızgın kızgın bakıyor kızının gözlerine. Kızgın dediysek o şefkat yüklü yürek ne kadar kızgın olabilirse o kadar. Babasından korktuğu için değil, onu çok sevdiği için birkaç kaşık daha alıyor kız, en sevdiği yemekten. Annenin ruhu kıza bitişik olduğu için, neredeyse her gün kızın içinden geçen yemekler konuluyor sofraya. Anne merhamet dolu bakıyor kızına:
“Güzel kızım, yavrum, neden yemiyorsun, nasıl çalışacaksın yarın? Hadi kuzum ye biraz daha.”

3 Ekim 2014 Cuma

Tatar Çölü - Dino Buzzati



Tatar Çölü
(Il deserto dei Tartari)
Dino Buzzati


Çeviren: Nihal Önol

Kitaplığımın kuytu bir köşesinde bekleyen Tatar Çölü'nün ne ismini, ne kapağını ne de bende bulunan baskısının durumunu beğeniyordum. Yıllarca durdu öyle orada. Eskimiş kapağına ve yapıştırıcımla zar zor toparladığım sayfalarına baktıkça okuma keyfim kaçtı. Ta ki ukitap.com'da birinin bir Neil Gaiman kitabı karşılığında Tatar Çölü'nü istediğini görene kadar. Takas vermeden okuyayım bari deyip giriştim kitaba.

Böyle başladım bu güzel kitaba. Dino Buzzati'ni sizi bir anda içine alıveren büyülü diline böyle kapıldım. Kafka'nın sunduğuna benzer kapalı ve bunaltıcı bir mekanda, bir kalede geçiyor bu roman, mekanın gücünü size gösteren bir anlatımı var. Baş kişi olsa da mekanın altında ezildiğinden ya da zaten ezilmeye, yok olmaya müsait bir ruha sahip olduğundan teğmen Giovanni Drogo'nun varlığını Bastiani Kalesi'nden daha az sezinliyoruz.

Drogo teğmen olduktan sonra ilk görev yeri Bastiani Kalesi'ne atanır, başlarda hiç sevmez burasını, hastalık bahanesi ile başka yere gitmeye çalışır, askeri hekim gelene dek beklemelidir ama, çok değil iki ay sonra şehirde bir göreve gidip Tatar Çölü'ne bakan bu yalnız kaleden kurtulacaktır. Böyledir umudu. Lakin kalenin heybeti, büyüsü ve kaledeki askerlerin içinde solmak bilmeden büyüyen savaş umudu Giovanni'yi sarar. Yavaş yavaş Drogo'nun da içinde varoluşuna anlam katacak bir savaş umudu belirir. Bir düşman gelecek, kaleyi saracaktır ve Bastiani Kale'sinin ve onu savunan yiğit askerlerin varlıklarının bir değeri olacaktır. Drogo kımıldayamaz kaleden, ara ara gitmek duygusuna kapılsa da alışkanlıklar ve boşa çıksa bile taze kalan umutlar yüzünden kalmaya devam eder kalede. Sonunda kaleden gider başka bir hayata atılır mı onu söyleyemem, okuyup görünüz.

Lakin sonu nasıl biterse bitsin, bu kitap yarattığı hava için ve Marquez'i andıran büyülü dili için okunmalı. Sade bir olay örgüsünün bile nasıl etkileyici kılınabileceğini, mekanın romanın baş kişisi olacak kadar güçlü anlatılabileceğini gördüm ben bu eserde. Gerçeklikten koptuğunuz anlarda bile kendi gerçekliğinin içine sizi alabilen güçlü bir eser Tatar Çölü. Ve içinde anlatılan o eşsiz düş için okumalısınız bu kitabı. Drogo'nun Angustina'yı gördüğü düş için (bölüm 11).

Ve çevirisi: Öyle güzel ki... Nihal Önol'un akan bir sesi var. Sözcüklerin seslenişi asla rahatsız etmiyor ve Buzzati'nin büyülü diline yakışıyor. Hülya Tufan'ın yaptığı çeviriyi incelediğimde çevirinin doğru ama soğuk olduğunu gördüm; Fransızca eğitimi aldığını öğrendiğim Hülya hanımın kitabın Fransızca çevirisinden çevirdiğini tahmin ediyorum. Murakami çevirileri de olan Nihal Önol'un üslubunu çok beğendim, kendisini izleyeceğim. Zihni dert bulmasın.

Tadımlıklar:

"Annesi, dönüşte gene kendi kendisini bulabilsin, uzun yokluğundan sonra bile gene orada çocuk kalabilsin diye odasını öylece koruyacaktı." (s. 7)

"... henüz batan güneşin kızıl ışıkları altında bir büyü ile oraya konuvermiş gibi parlayan, çıplak bir dağ gördü Giovanni Drogo ..." (s. 9)

"Şimdi salona gece duygusu egemendi; korkuların yarı yıkık duvarlardan çıktığı, mutsuzluğun tatlı olduğu, ruhun, uykuya dalmış insanlık üzerinde övünçle kanat çırptığı o saatlerin duygusu." (s. 47)

"Sonunda Drogo anladı ve iliklerine dek ürperdi. Suydu bu. Yakındaki kayalıkların tepelerinden dökülen bir çağlayandı. Yüksekten inen suyu titreten rüzgar, yankıların o anlaşılmaz gizemli oyunu, üzerinden geçtiği taşların çıkardığı değişik sesler, bu çağıltıyı insan sesine dönüştürüyordu, konuşan, durmadan konuşan bir sese; anlaşılmasına hep ramak kalan, ama hiçbir zaman anlaşılamayan, yaşamımızın sözleri." (s. 59-60)

Çevirinin güzelliğini göstermek için:

"Şimdi ise saydam bir burukluk bile duyuyordu içinde; sanki yazgımızın önemli saatleri yakınımızdan bize dokunmaksızın geçip gitmiş, uğultusu uzaklaşıp yitmiş, bizleri ise kuru yaprak yığınları arasında, o yitirilmiş, yaman, ama büyük olanağa ağlar durumda bırakmış gibi bir burukluk." (s. 69)

Özgün metin:

Ora sentiva perfino un'ombra di opaca amarezza, come quando le gravi ore del destino ci passano vicine senza toccarci e il loro rombo si perde lontano mentre noi  rimaniamo soli, fra gorghi di foglie secche, a rimpianger la terribile ma grande occasione perduta.

İngilizce baskısının çevirisi:

Now he felt a certain bitterness, a dark shadow, such as come when moments of destiny pass us by without touching us and the noise of their passing dies away in the distance while we remain alone amid a swirl of dead leaves lamenting the great-and terrible--opportunity we have lost.






14 Ağustos 2014 Perşembe

Büyübozumu: Yaratıcı Yazarlık - Murat Gülsoy



Büyübozumu: Yaratıcı Yazarlık
Murat Gülsoy

Can Yayınları
2004
221 sayfa

"Kurmacanın Bilinen Sırları ve İhlal Edilebilir Kuralları" alt başlığı ile yayınlanan bu güzel kitap, bu alt başlığın imlediği her şeyi taşıyor. Murat Gülsoy önce kurmacaya dair tüm öğeleri, örnekler vererek, bu öğeler üzerinde düşünmemizi sağlayarak anlatıyor. Ardından, ancak bu öğelerin oluşturduğu sınırları aşmaya çabalarsak iyi bir edebi eser ortaya koyabileceğimizi söylüyor.

Yazma ve okuma ihtiyacının psikolojik ve sosyal temelleriyle giriş yapıyor Gülsoy. Yaratıcılığın doğduğu yeri bulmaya çalışırken keşfettiği yol işaretlerini aktarıyor bize. Yaratıcılığın dışarda, elle tutulur bir yerde olmadığını, zaten doğamızda anlatmanın, hikayeleştirmenin varolduğunu belirtiyor. Gerçekle olan derdimize değiniyor. Konulan sınırların ötesine geçmek için giriştiğimiz mücadelenin yaratıcılığı tetiklediğini söylüyor.

Yaratıcılığa dair bu yer gösterici değil keşfedici girişten sonra kurmacanın öğelerine geçiyoruz:
Bakış açısının önemini, kullanılan zaman kipinin önemini, kurgunun değerini, mekanın etkisini, karakter yaratımını, betimlemeyi; çok iyi öyküler üzerinde örneklendirerek anlatıyor yazar.

Tüm bunları anlatırken de ahkam kesmiyor, kural koymuyor. Zaten bu kitabın güzelliği de burada: Murat Gülsoy, zamanla belirlenmiş kuralları ortaya koyuyor ama en doğrusunun bu kuralları ihlal etmek olduğunu söylüyor.

Yazmaya dair düşündüren iyi bir kitap bu. Mutlaka okuyun.

12 Ağustos 2014 Salı

Mevki Uygarlığı - Robert Sheckley


Mevki Uygarlığı
(The Status Civilization)
Robert Sheckley
Çeviri: Belma Aksun
Metis Yayınları
1995
157 sayfa

Metis Bilimkurgu serisinden, Robert Sheckley'nin kaleminden iyi bir bilimkurgu kitabı. Yazıldığı tarih 1960.

Öncelikle müthiş çevirisinden bahsetmek gerek, böylesi nitelikli çeviriler insanı kendi diline hayran bırakıyor. Eric Frank Russell'ın "Ve Sonra Hiç Kalmadı" adlı harika kitabını da çeviren Belma Aksun'un çevirmenliğine hayran kaldım. Çeviri tadı vermeyen, yerlileştirmelerin tadında kullanıldığı harika bir çeviri.

Romana gelirsek: Distopik bir toplum tasarısı üzerinden çağımıza müthiş eleştiriler yapan çok iyi bir kitap bu. Her distopya gibi kara bir düzen var hikayede ve bu düzenin karalığının farkına varan ve onu sarsmaya çabalayan güçlü bir birey.

Dünya, suçluları hapishanelere tıkmak yerine hafızalarını silip onları Omega denilen bir gezegene göndermektedir. Onları yeni doğmuş bir bebek gibi yepyeni bir dünyaya bırakırlar. Böylece dünya barış içinde yaşamını sürdürmektedir. Buradan bakınca, işledikleri suçların hatıraları silinmiş tertemiz insanlardan oluşan bir gezegenin özgür bir cennet olması gerekir, değil mi? Gelin görün ki öyle değil. Omega kötülüğü kutsayan yasalarla, kurallarla, geleneklerle bezenmiş bir suçlular gezegeni. Orada mevki atlamak, yasaları çiğnemekten ve yapabilirsen bundan paçayı kurtarmaktan geçiyor.

İşte böyle bir cehennemde hayatta kalmaya çalışan Will Barrent, bu düzenin arkasındaki gerçeği aramak için mücadeleye giriyor. Kendisine dünyada bir cinayet işlediği söylense de doğasındaki katili reddediyor. Mücadeleye önce kendisiyle başlıyor sonra da içinde yaşadığı toplumu sorguluyor.

Bu ilginç toplum tasavvuruyla yazar, devletin insanları yönetmek için kullanageldiği bütün araçları eleştiriyor: yasalar, din, uyuşturucu, mevki atlama vs. Omega toplumunu yavaş yavaş tanımaya başlayınca farkediyoruz ki yazar aslında zaten bizim geçmişimizde varolan bir toplum yapısını aktarıyor. Ne kadar zaman geçerse geçsin, uzay çağına da gelsek içimizdeki vahşiyi ehlileştiremediğimizi yüzümüze vuruyor. Yasalar olmadan birbirimizin hayatına, varlığına, diline, görünüşüne saygı duyamadığımızı anlatıyor Sheckley. Ve tüm bu eleştirileri yaparken de çok hızlı bir hikaye aktarıyor: Gerilimi, heyecanı bol hareketli bir hikaye.

Mutlaka okuyun.

18 Haziran 2014 Çarşamba

Çay Kaşığı - Ottoman

Çay Kaşığı - Ottoman
Hayal Yayınları - 2012
256 Sayfa

Hiç sevmedim, zerre tavsiye etmiyorum.

Ottoman mahlasını kullanan genç (1988 doğumlu) bir yazarın(?) ilk ve tek kitabı Çay Kaşığı. Aylar önce, yeni Türk yazarlar keşfetme heyecanıma yenik düşerek aldığım kitabı bir kaç gün evvel bitirdim. Ve ben bu kitabı hiç sevmedim.

Neden ona dair bir yorum yazdığıma gelirsek: Bir kitabı neden sevmediğimi belirtmek zihin açıcı ve gerekli bir eylemdir benim için.

Kitap Stephan Brooks adında bir felsefe profesörünün bir sabah daha önce görmediği bir yerde uyanmasıyla başlıyor. Staphan kendisine ait olup olmadığını pek hatırlayamadığı bu evde uyandığında evi darmadağınık buluyor, duvarda tırnak izleri, zihninde bir kadın çığlığı var. Stephan evinin neden dağınık olduğunu, kapısının neden kırık olduğunu hatırlamıyor. Hatta o günün pazar olduğunu bile hatırlamıyor ve üniversiteye ders vermeye gidiyor.

Gün ilerledikçe işler daha da karışıyor ve iki farklı mafya daha önce borç olarak verdikleri birer milyon doları Stephan'dan geri istiyor; bir hafta içinde bu parayı ödemezse onu öldüreceklerini söylüyorlar. Stephan bir yandan kim olduklarını bilmediği kadınlarla karşılaşıyor, bir yandan annesinin hastalığı ile uğraşıyor. Her şey belirsiz, sanki bir sanrının ürünü; olaylar gerçekle hayal arasında bir yerde gerçekleşiyor. Stephan kafasının içinde biriyle konuşuyor. Babasına dair kötü anıları depreşiyor. Bir çocuğu olduğunu öğreniyor. Eşini bulmaya çalışıyor vs.

Tabi Stephan'ın aklını en çok meşgul eden şeyse "çay kaşığı". Olur olmaz yerde "Acaba burada çay kaşığı var mı?" diye düşünüyor; her şeyi, herkesi çay kaşığına benzetiyor.

Buraya kadar çok ilginç bir kitap gibi görünüyor ama öyle değil. Anlatıcı her ne kadar Amerikalı olsa da Türk kültürüne dair olgularla konuşuyor, bu sinir bozucu, hem de çok. Romanın baş kişisini bir türlü kabullenemedim bu yüzden.

Sürekli tekrarladığı ifadeler var, çeşitli alanlarda verdiği (biyoloji, fizik, tıp vs.) ayrıntılı bilgiler var ve bunlar Chuck Palahniuk ve Murat Menteş'in yaptığı gibi ilginç ve eğlenceli değil, benzetmeler ilginç olmaya çabalarken tökezliyor, anekdotlar yersiz ve sıkıcı, dil zorlama.

Yazar izlediği üç-beş filmden ve okuduğu üç-beş kitaptan etkilenerek kendince bir ifade biçimi geliştirmeye çalışmış ama bu öyle ham duruyor ki rahatsızlık veriyor. Baş kişinin ismi bile çalıntı, romanın sonuna ulaşılınca anlaşılıyor ki bu baş kişinin ismi, romanla benzer konuya sahip iyi bilinen bir filmden alınma. Buna selam verme mi denir çalma mı denir bilmiyorum.

Olaydan olaya atlanıyor, ilginç olacağı düşünülen roman kişileri (dev gibi iri yarı bir katil, cüceden de kısa bir mafya babası, üçüz kardeş tetikçiler vs.) bu olaylara dahil oluyor. Cinsellik, küfür, şiddet, hareket odaklı sahneler kitabın içinde ham bir şekilde yığılmış. Sanırım genç yazarımız, bunları kullanırsa çok satan bir roman oluşturacağını sanmış; ama unuttuğu bir (çok) şey var ki bu öğeler iyi bir şekilde işlenir ve birbiriyle doğru oranda birleştirilirse çok satan bir kitap elde edilir.

Yukarıda bahsettiğim karmaşa kitabın sonunda çözüme ulaşıyor mu? Evet. Yazarımız yine başka bir yerden apardığı "muhteşem" bir çözümle aklımıza takılan her şeyi çözüme ulaştırıyor ve şaşırtıcı bir sonla kitabı bitiriyor. Bu kolaya kaçan sonu da öyle uzun uzun anlatıyor ki cılkını çıkarıyor. Yazar ne kadar iyi bir son yazdığını kanıtlamaya çalışırcasına yükleniyor açıklama kısmına. Fıkranın can alıcı noktasını açıklamaya çalışan nükte katilleri gibi.

Bu kitaptan zaten bildiğim bir şeyi öğrendim: İyi yazmak için çok okumak gerekiyor, çok çok çok okumak. Oradan buradan bir kaç çok satan kitap okumakla yazar olunmuyor. Özgün bir kitap şöyle dursun özgün bir öykü bile yazılmıyor.

Bir de bu kitabı okurken ilk defa yazarın çaresizliğini hissettim, sanki bana şöyle diyordu: "Olmuyor, beceremiyorum, her şeyi bir yerden aldım, derme çatma bir şey yazmaya çabalıyorum ama çok zorlanıyorum, bu seferlik affet."
Sanırım bu çaresizlik beni kitabın sonuna ulaştırdı. Tabi bir de yazarın, bunca karmaşayı ve belirsizliği nasıl sonlandıracağını merak ettim.

Hülasa:
Hiç sevmedim, zerre tavsiye etmiyorum.

30 Mart 2014 Pazar

Zaman Hırsızı - Clive Barker


Zaman Hırsızı
(The Thief of Always)
Clive Barker
Çeviren: Bahadır Argönül
223 Sayfa
1. Baskı, 1999
Günışığı Kitaplığı

Çok iyi bir çocuk kitabı. Her şey dozunda: Korku öğesi, gizem öğesi, macera, umut... Kurduğu dünya kendi içinde çok mantıklı. Umut, zamanın değeri, aile, cesaret gibi kavramları sezdirerek veriyor. Dili ne çok sade ne çok karmaşık. Çok hızlı okunuyor. Çizimleri çok hoş. Çocuk kitabı olmasına rağmen büyükler tarafından da rahatlıkla okunup çok keyif alınabilir. Çevirisi de çok iyi. Kitabın su gibi akmasında çevirmen Bahadır Argönül'ün büyük katkısı var, zihni dert bulmasın.

27 Şubat 2014 Perşembe

Sevgilimden Son Mektup - Jojo Moyes


Sevgilimden Son Mektup
Jojo Moyes
Çevirmen: Solina Silahlı
Pegasus Yayınları
480 Sayfa
2013

Klişelere yaslanmış, okuyucu ne istiyorsa onu veren bir aşk hikayesi. Olaylar ilginç olsa da roman kişilerinin neredeyse tamamı klişe. Çoğu kanlı canlı duramıyor. Kağıttan yapılmışlar. Rory ve Anthony az çok bir karaktere sahipler. Kalan roman kişileri ilginçlikten tamamıyla uzak.

Romanın dili sade. Rahat okunuyor. Duygu dolu denilen mektuplar bile sade bir dille yazılmış. Bu bir bakıma iyi. Salya sümük mektuplar olsaydı kitap çekilmez bir hal alırdı.

Yazarı takdir etmek lazım, her ne kadar başlarda okurken kafa karışıklığı yaşasam da sağlam kurulmuş bir hikaye. Temel izlek olarak geçmiş ve çağımızı karşılaştırması da güzel olmuş. Roman kişileri arasında hoş ve inandırıcı tesadüfler yaratmış yazar.

İkibinli yıllarda hala böyle bir aşk öyküsünün ayıla bayıla okunması bana kadınlarımızın hala erkek egemen bir bakışı benimsediğini düşündürüyor. Kitabın sonlarına doğru kadınlara değerleri teslim ediliyorsa da bu, roman boyunca yaşadıkları iç karartıcı acizlikleri telafi edecek kadar yeterli olmuyor.

Roman kişileri arasında kadınların hepsi ikinci planda. Hepsi de bir erkeğe muhtaç, kendi ayakları üzerine duramıyorlar. Bir kadın yazardan daha güçlü roman kişileri beklerdim. Hayal kırıklığına uğradım. Erkek roman kişileri daha renkli daha kişilikli. Düzen bozulmuyor yani. Çok okunacak bir aşk romanı yazmanın temel formülü burada da işleniyor. Aşk, tutku, ayrılık, fedakarlık, birleşme veya birleşememe.

Çevirisi çok başarılı. Pegasus Yayınları bu konuda çok yol katetti. Yazım yanlışı illa ki var ama rahatsız edecek kadar çok değil. Bu da çevirmenin suçu değil zaten. Düzeltide yok olabilecek hatalar. Çevirmen Solina Silahlı akıcı bir çeviri yapmış. Çeviri tadı veren cümlelerle karşılaşmadım. Dimağı dert görmesin.

Ek: Kitabın özgün ismi "The Last Letter from Your Lover" yani "Sevgilinden Son Mektup" ama yayınevi bu ismin Türk okurların kafasını karıştıracağını düşünmüş olsa gerek, "sevgilimden" diye değiştirmişler.

28 Ocak 2014 Salı

Kitap Hırsızı - Markus Zusak


Kitap Hırsızı
(The Book Thief)
Markus Zusak
Çeviri: Selim Yeniçeri
Martı Yayınları
574 Sayfa

Markus Zusak’ın naif ve içten kitabı. İkinci Dünya Savaşı ve Nazilere dair zibil gibi kitap olmasına rağmen aynı arka planı kullanıp tekrara düşmeyen bir kitap “Kitap Hırsızı”. Asıl anlatmak istediği sözcüklerin büyüsü. Almanya’nın yarısına yakını neden Hitler’in peşinden gitti, onun zulmüne neden sessiz kaldı. Birçok sebep sayılabilir; lakin en önde gideni onun hatipliği, sözcükleri iyi kullanıp kitleleri istediği yöne sürüklemesi.

Hitler’in üst perdeden,  acımasız, hoşgörüsüz sözcüklerine karşı Liesel Meminger’in kitaplarda bulduğu naif sözcükleri.
Kim kazandı dersiniz?
Annesi, Liesel’i ve erkek kardeşini, orada daha iyi olacaklarını düşünerek Almanya’nın Molching (bu yer yazarın hayal dünyasında var, aslında Almanya’da böyle bir yer yok) kentinde Himmel (Türkçe anlamı “gökyüzü” veya “cennet”) caddesinde yaşayan Hubermann ailesinin yanına gönderir. Oraya varırken tren yolculukları sırasında Liesel’in kardeş ölür. Onu bir tren istasyonuna gömerler. Kardeşinin defni sırasında mezar kazıcılardan biri bir kitap düşürür yere ve Liesel ilk hırsızlığını yapar.

Liesel yeni ailesinin yanında başlarda sıkıntı çekse de zamanla alışır, okula gider,  yeni annesine yardımcı olur ve bir arkadaş edinir: Rudy Steiner. Rudy, temiz kalpli, yürekli bir çocuktur ve Liesel’den ilk gördüğü an hoşlanır, hatta bir öpücük bile ister.
Kitabın kalanını anlatmak keyif kaçıracağından, anlatıma geçsem iyi olacak: Kitabın çok hoş, sade bir anlatımı var. Cümleler kısa tutulmuş.  Zorlama benzetmeler, afili sözcük oyunları yok. En göze çarpan benzetmeler sözcükler üzerine: Sözcüklerin etkisi üzerine yazılmış bu güzel kitapta sürekli sözcükler “ağırlaşıyor”, “düşüyor”, “yuvarlanıyor”

Hikâyemiz, “Ölüm”ün ağzından anlatılıyor. İnsanları anlamak noktasında sıkıntısı olan “Ölüm”ün merakı üzerine Liesel Meminger’in hayatına dâhil oluyoruz zaten. “Ölüm”ün iyi bir mizah anlayışı var ve yaptığı işten pek memnun değil. Anlatıcının hem her şeyi görebilen gözü hem de bize yakın bir kişiliği olduğu için farklı bir tatla hikâyenin içine giriyoruz.

Kitabın Türkçe baskılarına göz atacak olursak: Kitap ilk olarak 2009 yılında Encore Yayınları tarafından yayınlanmış. Çeviri Teri Erbeş’e ait.
Kitap 2012 yılında Martı Yayınları tarafından yeni bir çeviriyle yeniden yayınlandı. Çevirmen, Selim Yeniçeri. Benim okuduğum baskı budur.

Kapak tasarımı bakımından Encore Yayınları’nın daha özenli olduğunu söylemek lazım. Bu kapak, daha az şey anlatarak okuyucuda daha büyük bir merak duygusu uyandırıyor. Martı Yayınları’nın kapağı ise kitabın içeriğindeki her şeyi kapağa doldurmak niyeti taşıyor sanki. Özensiz, çirkin.

Kitabın filmi yapıldıktan sonra yeni baskılarda film afişi kapakta kullanıldı. Böylece Martı Yayınları'nın o iğrenç kapağından kurtulmuş olduk.
Çeviriye gelirsek:
Teri Erbeş çevirisine sadece 5-10 sayfa bakabildiğim için yetkin bir karşılaştırma yapamayacağım ama genel kanaatim Teri Erbeş’in çevirisinin daha zevkli ve sıcak bir okuma sunduğu yönünde.

Selim Yeniçeri, çevirisini sadakatten ödün vermeyerek yapmış ama kitabın okunurluğunu azaltan bir soğukluk var bu çeviride. Çok fazla çeviri yapan Selim Yeniçeri’nin hızını takdir etmek gerekiyor ama yayınevinin baskısı yüzünden mi bilmem çevirileri gittikçe otomatikleşen, duygusuz bir hal alıyor. Bu söylediklerim sizi korkutmasın çünkü şu an satışta olan Martı Yayınları’ı baskısının çeviri yönünden eksiği yok, rahatlıkla okuyup çok zevk alacağınıza eminim.

Bir çocuk kitabı sadeliğinde, bir yetişkin kitabı ağırlığında güzel bir eser “Kitap Hırsızı”. Okuyun; çocuklarınıza, kardeşlerinize okutun.

16 Ocak 2014 Perşembe

Bir Süre Yere Paralel Gittikten Sonra - Barış Bıçakçı


Barış Bıçakçı
İletişim Yayınları
136 Sayfa
2008

Barış Bıçakçı’nın o sade ve etkileyici yazısından çıkan güzel mi güzel bir kitap daha. Bazı yazarların hiçbir zaman sizi hayal kırıklığına uğratmayacağını bilirsiniz. Onlar hep iyi yazarlar, hep güzel şeyler anlatırlar. İşte Barış Bıçakçı öyle bir yazar benim için. Henüz tüm kitaplarını okumadım ama içimde bir his onun sözcüklerini, cümlelerini, kişilerini hep seveceğimi söylüyor.

Bir Süre Yere Paralel Gittikten Sonra, önce ismiyle vuruyor insanı, öyle güzel bir seçim ki bu isim, bir intiharla birleştirdiğinizde kendi başına bir öykü oluveriyor.

“Ve ben bir adım atarak korkuluğa yaklaşacağım, saçlarımı balkondan aşağı sarkıtacağım, kendimi boşluğa bırakacağım. Yolda karşıma iyi niyetli biri çıkacak ve soracak olursa, aşağıdaki insanları gösterip, bir süre yere paralel gittikten sonra onlara anlayamayacakları şeyler anlattım diyeceğim. Öyle olsun.” diyor genç bir kadın. Çünkü yere paralel giden insanların anlayamayacağı şeyler anlatır hep yere doğru dikine gitmek isteyen insanlar.

Can acıtan bir hikâye bu, ama salya sümük değil; kabullenilmişlikle olgunlaşan bir hikaye.
Başak intihar ettikten sonra herkes geçmişini, geleceğini ve yaşadığı anı sorguluyor. Başak’ın abisi Umut, Başak’ın annesi Türkan hanım, Başak ve Umut’un arkadaşları Abidin ve Nergis, Umut’un bir dönem birlikte olduğu Selma, Başak’ın sevgilisi Ahmet, Başak ve Umut’un büyükanneleri Nanna, Nanna üzülmesin diye telefonda Başak gibi konuşan Canan, her biri bu genç kadının intiharının nedenini anlamaya, onu anlarken de hayatı anlamaya, kendi hayatlarını anlamlandırmaya çabalıyorlar.

Tüm hikâye, geçmiş ve şu an içinde, Başak’ın intiharından önceye ve sonraya gidiş gelişlerle anlatılıyor. Roman kırka yakın bölüme ayrılmış ve her bölümün farklı bir anlatıcısı var. Okur olarak sürekli bakış açımız ve zaman kavramımız değişiyor. Okuyucudan etkin bir katılım bekliyor roman. Bir bölümde Umut’un, bir bölümde Başak’ın, diğerinde Abidin’in, Canan’ın, Ahmet’in gözünden dinliyoruz olanları. Bazen de yukardan, her şeyi gören bir anlatıcı üsleniyor hikâyeyi.

Bu zorlayıcı üslubu özellikle seçiyor Barış Bıçakçı bana kalırsa. O her şeyi anlatmayı, laf kalabalığı yapmayı, sürekli “bu okuduğunuz şeyi ben yazdım” demeyi sevmiyor. Anlatmadıklarını bizim düşünmemizi, hikâyeyi bizim kurmamızı istiyor. Biz okuyuculara her şeyi veren kitaplara alıştığımızdan bu ince kitabın anlatımını çözmek zaman alıyor haliyle.

Yine de bu karmaşık anlatım kitabın yoğunluğunu bir nebze seyreltiyor. Bunu söylemek lazım.
Barış Bıçakçı’nın kendini göstermeyi sevmeyen bir yazar olduğunu söylemiştim. Gerçek hayatta da bu böyle: İnternet üzerinde herhangi bir resmini bulamazsınız. İnternet üzerinde dolaşan resim Bizim Büyük Çaresizliğimiz adlı filmin yönetmeni Seyfi Teoman. Barış Bıçakçı, özel hayatında yaptığı bu seçimi kitaplarında da yapıyor, anlattıklarının arasında sesi neredeyse hiç duyulmuyor. Afili cümleler kurmaya çabalamıyor; onun kurduğu cümleler, kitaptan çıkarılıp alıntı olarak bir yere yazıldığında bir anda etkileyiciliklerini kaybederler. Onlar ancak kitabın sarsılmaz bütünlüğü içinde sizi mutlu eder, şaşırtır ve sarsarlar. O yüzden hep Barış Bıçakçı’nın bir kitabından alıntı yapmak istememle bundan vaz geçmem bir oluyor.

Lütfen okuyun, o kalabalık kitaplardan vakit ayırıp Bıçakçı’nın gösterişsiz ama sadeleştikçe kusursuzlaşan dünyalarına bir göz atın.

11 Ocak 2014 Cumartesi

Son Yaya - Ray Bradbury


Son Yaya - Ray Bradbury
Çevirmen: İrma Dolanoğlu
Nisan Yayınları
1986
80 Sayfa

Bir Ray Bradbury uzmanı olduğumu söyleyemem. Onun dünyasına sadece bir roman (Fahrenheit 451) ve bir öykü kitabı ile girdim (Son Yaya). Çıkarımlarım yanlı ve yanlış olabilir ama bu okumalar, bana Ray Bradbury’nin bilim kurgu veya fantastik hikâyeler yazarken işin insan tarafına daha çok eğildiğini gösterdi. Bradbury bize olağandışı bir hikâye anlatırken insanı insan kılan temel hislerin yok oluşundan doğan dehşeti daha iyi aktarabilmek için bu yolu kullanıyor bana göre.

Son Yaya adlı öykü kitabında da durum böyle. Kitabı oluşturan beş öykü, bilim kurgu öyküsünden çok korku öykülerine benziyor. Uzunlukları 10-20 sayfa arasında değişen bu kısa öykülerin hepsi de çok etkileyici. Her öykünün son sözcüğüne geldiğinizde kafanızı tavana dikip, aldığınız derin nefesi yavaş yavaş vererek derin düşüncelere dalıyorsunuz.

Öykülerin diline gelirsek: Çok güzel benzetmelerle etkileyici bir dil kuruyor Bradbury. Hassas, duygulara yönelik bir dil bu. Korku öykülerinde alışık olmadığımız nitelikte edebi bir dil. Bu dil hikâye bakımından etkileyici olan öyküleri bir kat daha etkileyici kılıyor.

Bu güzel kitabın çevirisinin de harika olduğunu, kitabın edebi üslubunun layıkıyla Türkçe’ye aktarıldığını belirtmeliyim. Birçok bilim kurgu eseri çeviren İrma Dolanoğlu bu türe hâkim belli ki. Kendisine bin minnet buradan.

Öyküleri teker teker ele almak istiyorum. Okuyacakların keyfini kaçırmamak için mümkün olduğu kadar az bilgi verip öykülerin bana düşündürdüklerine yoğunlaşacağım:

Sis Düdüğü: Bir deniz fenerinde çalışan McDunn ile devasa bir deniz yaratığı arasında geçiyor bu öykü. Yoğun bir yalnızlığı anlatan bu güzel öykü, kocaman bir yaratıkla insanın yalnızlıkla baş edemediği anlardaki çaresizliğini vurguluyor.

Küçük Katil: Bir annenin bebeğine karşı duyduğu yoğun korkuyu anlatıyor bu irkiltici öykü. Bu korkuların temeli kadının kafasında yarattığı kuruntular mı yoksa şeytani bir gücün eline geçen küçük bir bebeğin yaptığı şeyler mi? Öykünün sonuna kadar bunu öğrenemiyorsunuz. Annenin hislerini çok iyi anlatıyor Bradbury. Büyük bir merakla ve diken üstünde okuyorsunuz öyküyü.

Tırpan: Yoksul bir aile güzel bir çiftlik evini şans eseri buluyor ve oraya yerleştikten sonra aile reisi Drew Erickson’ın başına korkunç bir olay geliyor. Drew Erickson, evin önceki sahibinden acı bir miras alıyor. Tanrı inancına ve kadere dair derin bir öykü. İnsanı dehşet içinde bırakıyor.

Uzun Yağmur: Venüs’e iniş yapan dört kişilik bir ekip yoğun ve bezdirici bir yağmur altında yürüyorlar. Amaçları Venüs’te bazı bölgelere inşa edilmiş Güneş Tapınaklarından birine ulaşıp dinlenmek. Ama yağmur o kadar şiddetli ki mürettebat aklını yitirmek üzere. Sonuna Güneş Tapınağı’na ulaşıyorlar mı söyleyemem ama Bradbury’nin insanın en güçlü duygusu olan umuda olan yaklaşımına hayran kaldım. Adamlarının her birinin yağmura karşı gösterdikleri tavrı derin bir biçimde aktarmış Bradbury, kendinizi o ormanda, çamurun içinde bitkin ve bıkkın hissediyorsunuz. Bu öykü ayrıca Resimli Adam adlı derlemede de yer almaktadır.

Son Yaya: Kimsenin sokaklarda yürümediği bir gelecekte (M. S. 2052) akşamları yürüyüşe çıkıp düşüncelere dalan Bay Leonard Mead’in başından geçenler anlatılıyor bu öyküde. Onun tek isteği yürümek ve düşünmek; ama 2052’de herkes dev ekranlı televizyonları başında diziler, filmler, yarışma programları izleyerek hiçbir konuda düşünmeden yaşarken Bay Leonard Mead’in yaptığı bu masum edim, devlet için çok tehlikeli. Fahrenheit 451’in dünyasına benzer bir dünya sunuyor bu öykü. Ülkemizinin içinde bulunduğu yasaklar ortamında bu öykünün çağrıştırdıkları beni çok düşündürüyor.