26 Mayıs 2013 Pazar

TANRIGİLDE Bir Akşam (An Evening at GODs) - Stephen King


KARANLIK BİR SAHNE. Işık, karanlığın ortasında kendi başına dönen kâğıt bir küre maketinin üzerine vurur. Sahne ışığı azar azar ortalığı aydınlatmaya başlar ve biz oturma odası şeklinde bir sahne görürüz: rahat bir sandalye ile yanında bir masa ( masanın üzerinde açılmış bir şişe bira durmaktadır ) ve odanın bir tarafında sehpalı bir televizyon. Masanın altında birayla dolu bir seyyar soğutucu vardır. Ve bir sürü boş şişe. Tanrı’nın kafası iyidir. Sahnenin solunda bir kapı vardır.

TANRI- beyaz sakallı iri bir adam- sandalyede oturuyor, bazen bir kitap ( İyi İnsanların Başına Kötü Şeyler Geldiğinde ) okuyor bazen de televizyon izliyor. Ne zaman televizyona bakmak istese her seferinde boynunu uzatmak zorunda kalıyor çünkü havada süzülen küre (bir ipin ucuna asılmış olsa gerek) görüş alanına giriyor. Televizyonda bir dur-kom var. Tanrı ikide bir gülme seslemesiyle birlikte kıkırdıyor.

Kapı vurulur.

TANRI (çok yüksek bir sesle)
Gir içeri! Kuşkusuz, ardına dek açık sana kapım!

Kapı açılır. İçeri Aziz Peter girer, üzerinde bol beyaz bir cüppe vardır. Yanında bir zarf taşımaktadır.

TANRI
Ooo Peter! Tatildesin diye biliyordum!

AZİZ PETER
Yarım saate kalmaz gidiyorum, ama imzalamanız için şu kâğıtları size getireyim dedim.
Nasılsınız, TANRIM?

15 Mayıs 2013 Çarşamba

Pamuk Gelin - Bülent Özgün




Bölüm 1: Pamuk

Pamuk, elinde süpürge yerleri süpürüyor. Üstünde eskimiş bir elbise, saçları dağınık, yüzüne bezgin bir ifade hakim. İçerden Kral sesleniyor:

“Pamuuuk! Benim pantolonum nerde?”

“Nereye koyduysan orda.”

“Bi’ kere de doğru dürüst cevap versen ölürsün be kadın!”

“Sen de eşyalarını oraya buraya atmasan ölürsün herhalde, akşama kadar canım çıkıyor arkanızı toplamaktan!”

“Aman iyi be! Yine başlama!”

Pamuk, ellerini göğe kaldırıyor.

“Yarabbim sana karşı ne hata işledim de karşıma şu çulsuzu çıkardın.”

“Hayatını kurtarıp seni prenses yaptığım günleri unuttun bakıyorum da.”

“Aman sevsinler, ne oldu sanki, şimdi de senin yüzünden mahvoluyor hayatım.”

Yavaş yavaş sinirlenmeye başlayan Pamuk, pencereden dışarıda oynayan kızına sesleniyor:

“Elyaaaaaf! Kızım yeme o elmayı, zehirli filan olur Allah korusun, kaç kere diyeceğim sana!”

Kral don-atlet* dolaşıyor; hem kendi kendine aranıyor hem de söyleniyor:

“Paranoyak karı…”

“Ne dedin sen! Sensin paranoyak! Benim çektiklerim sen çekseydin, şimdi ağzından salyalar aka aka tekerlekli sandalyede oturuyor olurdun.”

“Abartma! Yalan mı, kötü bi’şey olur diye saçını bile taramıyosun, bütün gün evin içinde papaz gibi dolanıyosun!”

“Sana ne deyim bilmem ki! Allah sana bin beterini yaşatsın, İnşallah!”

“Hala bir kral olduğumu hatırlatırım sana, senden de bir kraliçe gibi davranmanı bekliyorum, çingene gibi değil.”

“Bayramlık ağzımı açtırma şimdi. Baban öldükten sonra, sümsüklüğün, beceriksizliğin yüzünden ancak üç yıl dayanabildi krallık, ne elde kaldı ne avuçta. Kralmış, kıçımın kralı.”

“Ağzını bozma! Terbiyesiz kadın! Yoksa…”

“Yoksa ne? Döver misin? Bi’ onu yapmadığın kalmıştı! Hele bi’dene bakalım, dene de seni bu pisliğin içinde bırakıp gideyim. Ben olmasam sen elini bile yıkamazsın be! Pis herif!”

“Sanki hint kumaşısın, mübarek…”

“Ne demek şimdi bu, ben senin için saçımı süpürge edeyim, senin ettiğin lafa bak! Git daha iyisini bul o zaman.”

Pamuk, ağlamamak için elini ağzına bastırsa da patlama gerçekleşiyor, hüngür hüngür, bardaktan boşalırcasına ağlamaya başlıyor.

“Zamanında çektiklerim yetmiyormuş gibi şimdi de bu düşüncesiz heriften çekiyorum, ah ben ne bahtı karaymışım. Aaaaah! Ah! Oooooof! Of!”

12 Mayıs 2013 Pazar

Ay-na - Bülent Özgün


Canın çok acıyor. Sürekli. İçinde büyüyen bir şey, kendine yer açmaya çalışırken, gün geçtikçe organlarını teker teker sıkıştırıyor sanki. Karnın iyice şişmeye başladı. O iğrenç herifin getirdiği çiğ etlerden ne kadar çok yesen de doymuyorsun. Sürekli açsın. Sana neler oluyor bilmiyorsun. Bazen dayanamayıp kusuyorsun ama birden tekrar bastırıyor o et açlığı. İğrenç bir çakal gibi saldırıyorsun etlere. Ağzın burnun kana bulanıyor. Eline ne gelirse yiyorsun: Mide, bağırsak, ciğer, kulak, göz… Çoğunlukla kırmızı et oluyor. Arada bir de tavuk. Bazen o adi herif parçalamadan getiriyor onları. Dişlerinle parçalamaya çalışıyorsun, yapamıyorsun. O açlık öyle baskın ki şimdiden iki dişini kırdın. Canın çok acıyor. Ölmek istiyorsun. Yoruldun bu açlıktan ve acıdan.

Her şey o gün başladı.

3 Mayıs 2013 Cuma

Yeni Tür - Bülent Özgün

Her şey uzun zaman önce başladı; çok daha hızlı koşabildiğim, koca bir kak-kırtı tek ısırışta parçalayabildiğim, burnumun çürük bir harşa benzemediği, kabilenin tüm dişilerini peşimde koşturduğum zamanlardı…
Güzel ve huzurlu bir yaşamımız vardı. Etrafımızı saran o güzelim ağaçların, yemişlerin, çiçeklerin, tertemiz havanın, suyun, gökyüzünün, her şeyin tadını çıkarıyorduk.
Diğer türlerle de aramız iyiydi. Dinozorlardan uzak duruyorduk, işlerine karışmadığımız sürece onlar da bize karışmıyordu. Arka ayakları üzerinde yürüyebilen tüysüz insan yaratıklarıyla da iyi geçiniyorduk; bizi seviyorlardı, bize yiyecek veriyorlardı. Biz de onları seviyorduk. Oldukça zayıf ve savunmasız olmalarına rağmen o dev dinozorları öldürebilecek kadar akıllı ve cesurdular. Sonra, dinozorlar gibi korkutucu da değildiler ya da böcekler gibi rahatsız edici.

Bir gün en yakın arkadaşım Fırrt (sürekli orayı burayı eşeleyip bulduğu her şeyi fütursuzca midesine indirdikten sonra, olur olmaz zamanlarda kuyruğunun altından çıkardığı pis kokuya eşlik eden ses yüzünden onu böyle çağırıyoruz) her zamanki gibi dilini sarkıta sarkıta bana doğru koşup heyecanla şöyle dedi: