25 Nisan 2013 Perşembe

Room / Oda - Emma Donoghue



İnsanı ilk sayfasından alıp son sayfasına savuran sarsıcı bir roman. 5 yaşına yeni basmış bir çocuk ve annesi, kimliği belirsiz biri tarafından tamamen yalıtılmış bir odada yıllardır hapis tutulmaktadır. Çocuk o odada doğmuş, o yaşa kadar o odada kalmıştır, o çocuk için evren Oda'dan oluşmaktadır. Yaşlı Nick diye seslendikleri o zalim adam, yemeklerini getirir, ihtiyaçlarını giderir ve arada bir gelip Anne'yle birlikte Yatak'ı gıcırdatır. Yaşlı Nick'in geldiği geceler Jack Dolap'ta uyur ve gıcırtıları sayar. Günler böyle geçip gider. Umutsuz bir bekleyiş, çaresizlik, kapana sıkışmış genç bir kadın ve Güneş'i gerçekten görmemiş bir çocuk. Az çok özetlemeye çalıştığım bu etkileyici öykü, Jack'in o sıradışı zihninden anlatılır.
İlk bir kaç sayfa, 5 yaşındaki Jack'in ifadelerine alışana kadar zor geçiyor ama sonra müthiş bir hız ve merakla romanı bitiriyorsunuz. Romanın dili çok güzel ve çevirisi harika: Gül Çağalı Güven çok yetkin bir çeviri yapmış. Yaşı 5 olan bir anlatıcının ifadelerine alışkın olmayan Türk okuyucusu, başlangıçta bu farklı ifadeleri çevirmenin hatasına bağlıyor ama romanın içine girdikçe çevirmenin iyi bir iş çıkardığını anlıyor/anlamalı.

Özellikle odadaki nesnelerin tamamının büyük harfle başlaması çok zekice bir buluş. Odadaki her şey Jack için cins olamayacak kadar nadide çünkü. Kitabın kurgusu kuvvetli, olaylar sarkmıyor, yaşananlar mantıksız durmuyor, sıkmıyor. Yıllarca tek bir odada kilitli yaşamanın tahmin edemediğimiz sonuçlarını yazar müthiş bir hassasiyetle aktarıyor, kitap beni en çok bu noktada vurdu. Dünya Jack'in ağzından o kadar naif ve farklı bir bakışla aktarılıyor ki başka bir romanda etkili durmayan sözcükler, bu kitapta kocaman bir etki yaratıyor:

"Anne de Tank'la oynuyor ama çok uzun sürmüyor. Her şeyden çabuk sıkılıyor, bu yetişkin olmasından gelen bir şey." (s. 48)

"ama ağlamam sözcüklerimi eritiyor, duyamıyorum sözcüklerimi." (s. 145)

"esaret yeni bir icat değil." (s. 216)

"Başımı musluğa çarpıyorum. 'Dikkat et.' neden kişiler ancak acıdıktan sonra söylüyolar bunu?" (s. 258)

Romanı okumayı düşünenler için kati not: Kesinlikle ve kesinlikle internetteki kitaba dair yorumları ve arka kapağı okumayın, çünkü müthiş bir spoiler barındırıyor yorumların çoğu ve arka kapak.


24 Nisan 2013 Çarşamba

Felsefenin Öldüğü Gün (The Day Philosophy Dies) - Casey Maddox

Felsefe ölüyor; Eylem başlıyor

Çok hızlı bir okuyucu olmadığımdan, handiyse bir kaplumbağa olduğumdan, kitapla olan uzun birlikteliğim, onunla derin bir ilişki kurmama neden olur: (Bulmakta zorluk çekmediğim)Bir sebepten onu kabullenir, herkese karşı(ebeveyn bağlılığıyla) savunacak hale gelirim.
Bu sefer de böyle oldu: Üst-Düzey Güvenlikli Pelican Bay Eyalet Hapishanesi mahkûmlarından Casey Maddox’un yazdığı “Felsefenin Öldüğü Gün” adlı bu muhteşem kitap, beni çok etkiledi; onu çok sevdim.

Hemen şimdi söylemeliyim: Kitabın sonuna geldiğimde Casey, birincisi kitabın ortasında olmak üzere iki kez suratıma sıkı bir tokat çekti: Kitap boyunca üzerinde durduğu Batı Uygarlığı bağımlılığından ve tahakkümünden kurtulamadığımı, yazdığı satırlardan ziyade yazmadıklarıyla gösterdi.

Üç-beş sayfada bir, arkadaşlarıma kendi cümlelerimmiş gibi söyleyerek hava atmak için bir kenara not etmek istediğim yığınla paragraf sardı beni. Okudum, şaşırdım, etkilendim, en çok da durup düşündüm.

Tam Her şeyi anladım dedim, kitap olanca acımasızlığıyla Cık! O kadar kolay değil dedi: Anti-kahraman, süper yıldız, başkarakter her ne yaşadıysa(sahip olduğu olanca kafa karışıklığıyla) ben de yaşadım.

Neyse, biraz kitaptan bahsedeyim:
Anti-kahraman, süper yıldız, başkarakterimiz, bir sabah maskeli insanlar tarafından uyandırılır, bir kadın(Deirdre) ve üç adam("Yahudi-olmayan Derrick", "Normal John" ve "Pek-Ufak-Değilmiş Joe").
Bu insanlar, ona, senaryosu "İflahın Büyük Kara Kitabı: Batı Uygarlığı Bağımlılığından On İki Adımda Kurtuluş" adlı kitaba göre şekillenen bir şokümanter(filme alınan her şeyin gerçekten yaşandığı film türü) çekeceklerini ve başrolünde kendisininin oynayacağını söylerler.
Ardından yüzüne temsilcisinin ve reklamcısının kanlı yüzlerinin fotoğrafları çarpılır, her itirazında elektrik verilir, sonra banyoda aşırı dozda uyuşturucu verdiklerini söyledikleri karısını pencereden aşağıya atarlar. Kameralar kayıttadır. Film başlar.

Yönetmen Deirdre'ye göre film, Batı Uygarlığı Bağımlılığından Kurtuluş’un şaşırtıcı bir belgesi olacak ve tabi, kariyeri düşüşte olan başkarakterimizi bir süper yıldıza dönüştürecektir.

Satırlar ardı ardına dizildikçe, film kayda alındıkça, etrafımızı saran kapitalist düzen silahları ve Batı uygarlığı tahakkümlerinden ne ölçüde kurtulabileceğimizi, sarsıcı bir şekilde, başkarakter üzerinden, adım adım anlatmaya başlar kitap. Bir yandan şiddet(her türlüsü), seks(her türlüsü) ve kahkaha(her türlüsü) gırla gider tabi.

Yazarın alışılmadık üslubu, başta biraz rahatsız etse de sayfalar ilerledikçe, Algan Sezgintüredi’nin muhteşem çevirisi yardımıyla da, sizi kitabın içine sokmada fazlasıyla işe yarıyor: Bir felsefe kitabına yaraşır ağırlıktaki paragrafları bile bir solukta(sonra uzun uzun düşünmek üzere) okuyabiliyorsunuz.

Doğrusal ilerlese bile sizi ziyadesiyle şaşırtan kurgu, üstüne üstlük bir de ileri sararak, başa alarak kafanızı allak bullak ediyor, size kafanızı çalıştırmayı emrediyor. Bölümlere ayrılmış bir filmi izlerken yaramaz bir çocuğun kumandayla sürekli oynamasına benzer bir durum: Filmi kendi çabanızla anlamanız gerekiyor.
Bunca zahmet değiyor tabi: İyi bir sonla bitiveriyor kitap: Felsefe ölüyor; eylem başlıyor…