Her
şey uzun zaman önce başladı; çok daha hızlı koşabildiğim, koca bir
kak-kırtı tek ısırışta parçalayabildiğim, burnumun çürük bir harşa
benzemediği, kabilenin tüm dişilerini peşimde koşturduğum zamanlardı…
Güzel
ve huzurlu bir yaşamımız vardı. Etrafımızı saran o güzelim ağaçların,
yemişlerin, çiçeklerin, tertemiz havanın, suyun, gökyüzünün, her şeyin
tadını çıkarıyorduk.
Diğer türlerle de aramız iyiydi.
Dinozorlardan uzak duruyorduk, işlerine karışmadığımız sürece onlar da
bize karışmıyordu. Arka ayakları üzerinde yürüyebilen tüysüz insan
yaratıklarıyla da iyi geçiniyorduk; bizi seviyorlardı, bize yiyecek
veriyorlardı. Biz de onları seviyorduk. Oldukça zayıf ve savunmasız
olmalarına rağmen o dev dinozorları öldürebilecek kadar akıllı ve
cesurdular. Sonra, dinozorlar gibi korkutucu da değildiler ya da
böcekler gibi rahatsız edici.
Bir gün en yakın
arkadaşım Fırrt (sürekli orayı burayı eşeleyip bulduğu her şeyi
fütursuzca midesine indirdikten sonra, olur olmaz zamanlarda kuyruğunun
altından çıkardığı pis kokuya eşlik eden ses yüzünden onu böyle
çağırıyoruz) her zamanki gibi dilini sarkıta sarkıta bana doğru koşup
heyecanla şöyle dedi:
Hey Ouuu (iyi şarkı söylediğim için)!
Yine ne var Fırrt?
Duydun mu?
Neyi duydum mu?
Yeni bir tür evrilmiş.
Sahi mi?
Hem de bize benziyormuş.
Fazla sevinme bence, doğal seçilime dayanamayıp diğerleri gibi yok olur gider yakında.
Bu sefer yanılıyorsun işte! Biz nasıl evrildiysek o da pekâlâ evrilebilir.
Haklı olabilirsin.
Ne dersin, gidip bakalım mı?
Aman boş ver, sonra bakarız.
O
an pek belli etmesem de sevinmiştim. O günden sonra, sürekli, bize
benzeyen bu yeni türü düşünür oldum. Şu yapışkan böcekleri saymazsak
insanlar dışında bizimle yakın temas kuran başka canlı yoktu. Bu yeni
türle yakın bir dostluk kurabilirdik belki, çok eğlenebilirdik. Çok
heyecanlıydım. İçim içime sığmıyordu (Nereden bileyim? O pis
yaratıkların huzurumuzu bozacağını bilseydim, sevinmek şöyle dursun,
evrilir evrilmez öldürmez miydim? Ah benim bronto* kafam!).
Birkaç
gün sonra, meraklı kalabalık dağılınca, kimseye haber vermeden yeni
türü görmeye gittim. İnsanların yaşadığı mağaralardan beş-altı stego**
boyu uzaklıkta küçük bir ağaç kovuğundaydı. Tek başınaydı (erkeği henüz
evrilmemişti). Çaresiz. Meraklı. Ve çok tatlı. Yumuşacık tüyleri,
minicik ağzı, bizimki gibi kulakları, yaprak rengi gözleri vardı.
Çelimsizdi. Küçük burnunu saymazsak fazlasıyla bize benziyordu. Çok
sevimliydi.
Kural gereği ona hiç yardım etmedik.
Yaşamaya kendi başına başlamalıydı. Yavaş yavaş bedenini tanımaya,
sesler çıkarmaya, karnını doyurmaya, yürümeye, koşmaya, hissetmeye,
düşünmeye başladı. Ve üremeye (keşke hiç başlamamış olsaydı, üreme
dönemlerinde çıkardıkları sesler yüzünden doğru dürüst uyuyamıyoruz
şimdi). Üç tırnak büyümesi süresi kadar sonra sayıları seksene ulaştı.
Gün geçtikçe de artıyorlardı (soykırım şansımızı yitirdiğimiz günler,
aaaah ah!). Onlara konuşmayı öğrettik. Onlara dinozorlardan nasıl uzak
kalacaklarını, zehirli bitkilerden ve kahrolası böceklerden nasıl
korunacaklarını öğrettik (haram olsun!). Onlara insanlara nasıl
davranmaları gerektiğini gösterdik.
Çeyrek centro ömrü
kadar bu yeni türle iyi geçindik. Her şey çok güzeldi. Yiyeceklerimizi
ve barınaklarımızı onlarla paylaşıyorduk. Onlar da bize yardımcı
oluyordu. Tyranno tırnağına benzer tırnakları sayesinde ağaçlara kolayca
tırmanıyorlar, bizim için, güzel, taze ve tatlı meyveler, lezzetli
yemişler topluyorlardı. Kıvrak bedenleriyle bizim giremediğimiz
kovuklara girip, topladıkları böceksavarotlarını bize getiriyorlardı.
Sonra
bir gün, yorucu ve tatlı bir çiftleşme sonrası gölde yıkanırken, sarkık
dilli canım arkadaşımın, yüzünde yeni bir haber getirmenin şaşkın
heyecanıyla bana doğru koştuğunu gördüm. Tanıdık bir sahne:
Buna inanamayacaksın?
Yine ne var Fırrt?
Gördün mü?
Neyi gördüm mü?
Yeni tür, insanlarla yemek yiyor.
Sahi mi?
Hem de et yiyorlar.
Çok garip…
Gidip bakalım mı?
Koş, durduğun kabahat!
Oraya
vardığımızda çok ilginç bir manzarayla karşı karşıya kaldım. Yeni türün
otuz-otuz beş üyesi insanlarla iç içeydi. Bizler insanlara bir stego
boyu yaklaşamazken (bir efsaneye göre benim büyük büyük büyük dedem
İriburun, bir insana on ayak boyu yaklaşabilmiş) bu yeni türün onlarla
bu kadar yakın ilişkide bulunması oldukça garipti. Birkaç tanesi ateşin
etrafına kıvrılmış uyuyor, birkaç tanesi büyükçe bir herrera ciğerini
parça pinçik ediyordu. Geri kalanlar, insanların bacaklarına sürtünüyor,
omuzlarına tırmanıyor, kucaklarına oturuyorlar ve bunları yaparken de
Fırrt’ın koku yaymadan önce midesinden gelen seslere benzer bir ses
çıkartıyorlardı. İnsanlar da onları okşuyor, besliyor, seviyordu. Fırrt
bana dönerek:
Yaaaa?
Haklıymışsın.
Bu nasıl olabilir Ouuu, insan yaratıklarıyla nasıl bu kadar iyi geçinebiliyorlar.
Bilmiyorum.
Ciğeri gördün mü?
Ateşi
buldukları günden bu yana, insanların yediği dinozor etlerinden,
özellikle ciğerden, muhteşem kokular yükselmeye başlamıştı. Kokuları bu
kadar güzel olan bu yiyeceklerin kim bilir tatları nasıldı, hep merak
ederdim. Onca yıllık dostluğumuza rağmen insanlar bize hiç et
vermemişlerdi. Onları haklı buluyordum, dinozorları onlar avlıyordu; o
pençesiz ve çelimsiz ön ayaklarıyla yaptıkları sivri şeyleri kullanarak,
çukurlar kazarak, bu etleri fazlasıyla hak ediyorlardı. Sağ olsunlar,
etleri yedikten sonra geriye kalan kak-kırtları da bize bırakıyorlardı.
Ama
şimdi, insanlar (tüm dünyaya hakim olabilecek kadar akıllı olmalarına
rağmen çok saflar; böyle giderse soyları tükenecek), hiç düşünmeden,
yeni tanıdıkları bu türle o güzelim yiyeceklerini (ağzım sulandı)
paylaşıyorlardı.
Ne güzel görünüyor değil mi. Par gibi kızarmışlar.
Evet, harika…
Neden bize de et vermiyorlar Ouuu?
Sanırım biz onlarla iyi iletişim kuramıyoruz.
Neden?
Belki
de konuşma biçimimiz yüzünden. Bizler patlayan seslerle konuşuyoruz.
Gülümserken bile hırlayarak onları rahatsız ediyoruz; yeni tür gibi
mırlayamıyoruz. Hem sonra, tüm konuşmalarımız boyunca dişlerimiz
görünüyor; onlar da bizim onları ısıracağımızı düşünüyorlar.
Kabilemizin kavga kuralını bilmiyorlar mı: Isıracaksan dişini gösterme!
Nereden bilsinler. Sorun da bu ya zaten: Onlara kendimizi anlatamıyoruz.
Takip
eden üç-dört gün boyunca yeni tür bize karşı çok farklı davranmaya
başladı. Artık bizimle dolaşmamaya, yiyeceklerini paylaşmamaya, bize
yardım etmemeye, bizimle konuşamamaya başladılar. Sürekli insanlarla
dolaşıyorlardı. Onlarla yemek yiyor, onlarla uyuyorlardı. Yürüyüşleri
bile değişmişti. Bütün bu onursuz yaltaklanmalara rağmen tüm evreni az
önce ben yarattım tarzı, kibir dolu adımlarla ortalıkta dolaşıyorlardı.
Sonra
insanlar da değişmeye başladı. Önce bize kak-kırt vermemeye; sonra bizi
taşlamaya, ağaç dallarıyla kovalamaya başladılar. Geçen her gün bizden
biraz daha nefret ediyorlardı. Hatta bazılarımızı o sivriltilmiş
dallarla yaraladılar. Artık korkuyla yaşar olduk. En sonunda da o
diyarları terk ettik. Ama bu kinin nedenini bir türlü anlayamadık.
Ta ki bir dinozorhabercisi bize olanları anlatana dek:
Hey millet, toplanın, size haberlerim var. İnsan yaratıklarının bize neden kötü davrandıklarını öğrendim.
Nedenmiş?
Dün
gece yine, kızıl kayalarda dinozorları gözlüyordum. Tam gözetleme
yerimi değiştirmeyi düşünüyordum ki Mau ile Miau arasında tanıdık bir
ses işittim. Sonraki seslere dikkat kesilip kaynağını bulmayı başardım:
Aşağıda, ormanın içinde, buradan yaklaşık elli stego boyu uzaklıkta,
büyük bir mağaranın ağzında yeni türün iki üyesi konuşuyordu. Biraz
sonra yeni türün sekiz üyesi ağızlarında yiyeceklerle geldiler ve onları
mağaraya bırakıp gittiler. Bütün gece boyunca bunu dört kez
tekrarladılar.
Adiler. Nankör yaratıklar. Hırsızlar.
Hainler. Yüce Büyükbaş onların belasını versin. Onlara sevgi gösteren,
onları besleyen, koruyan insanlara (Ah aptal insanlar ah! Körsünüz siz,
kör!) bu yapılır mı? Onlardan nefret ediyoruz. İğrenç yaratıklar. Bizi
insan dostlarımızdan uzaklaştırdılar, onları bize düşman ettiler; onlar
yüzünden yerimizden yurdumuzdan olduk.
İşte böyle. Bu
yeni türün evrilişi bize huzur yerine bela getirdi. Şimdi, buralara da
gelip huzurumuzu kaçırmasınlar diye dua ediyorum. Onlardan nefret
ediyorum, onları düşündükçe midem bulanıyor. Ömrüm yettikçe,
torunlarımın, torunlarımın torunlarının, onlarında torunlarının bu
iğrenç türden nefret etmesini sağlamak için uğraşacağım. Bazen
düşünüyorum da acaba doğaya karşı nasıl bir hata işledik de Büyükbaş
böyle lanetli bir türün evrimine izin verdi.
*Brontosaurus: Beyninin ağırlığı, vücudunun ağırlığının 1/130000’i kadar olan otçul bir dinozor cinsi.
**Stegosaurus: Yaklaşık 9 m
uzunluğunda otçul bir dinozor cinsi. Sırtında savunma silahı olarak
testere gibi çıkıntılar mevcuttur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder