2 Ağustos 2017 Çarşamba

Kafes - Josh Malerman



Kafes - Josh Malerman

Josh Malerman gerçekten bu işi iyi biliyor. Soluksuz okudum diyebilirim. Kitap, istediğim gibi bir sona ulaşmadı ama bana o isteği unutturdu ve çok güzel bir son verdi.

Aslında bu "sonunda ne olacak?" sorusuyla heba edilecek bir kitap değil. Kitabı bir bütün olarak ele almak ve neredeyse her sayfasına işlemiş heyecanı, endişeyi ve korkuyu hissetmek gerek.

Çok etkilendim. Edebi değer olarak 5 yıldızı hak etmiyor belki ama kitapların değeri bizlere neler hissettirdiğine de bağlıdır.

Gelelim kitabı okurken beni az da olsa rahatsız eden yayınlama eksiklerine:

Çevirinin çok iyi olduğunu mutlaka belirtmek gerek Aslı Dağlı'nın eli zihni dert bulmasın. Lakin kimi çeviri sorunları kimi yanlış yazımlar düzelti sürecinde ortadan kalkmalıydı. Ben 5. baskıyı okudum. İlk baskıda affedilebilecek bu eksiklikler gözüme daha çok battı.

Bu bir çeviri yanlışı değil ama belirtmek istedim:
Kitabın özgün adı "Bird Box". Bu sözcüğün genelde ahşaptan yapılma ev biçiminde küçük bir kuş yuvasını tarif ettiği doğru. Lakin kitapta bu sözcüğe yapılan göndermeyi okuyanlar hatırlayacaktır:

Evi büyük bir kutu olarak düşünüyordu. Bu kutudan çıkmak istiyordu. Tom ve Jules her ne kadar dışarıda olsalar da hâlâ bu kutunun içindeydiler. Bütün dünya kutunun içinde kapana kısılmıştı. Gezegen, dışarıdaki kuşların içinde durduğu karton kutuya sıkışıp kalmıştı. (s. 241)

Malorie tüm insanlığı evin dışında duvarın dibinde bulunan karton kutunun içindeki kuşlar gibi görüyor. Dolayısıyla "Bird Box"ın işaret ettiği şey bir kutu. "Kafes" kesinlikle çok iyi bir isim. Sade ve etkileyici. Özgün ismi karşılamasa da yerine bir şey koymak zor. "Kuş Dolu Kutu, Kuş Kutusu, Kutudaki Kuşlar" gibi yavan ifadeler yerine "Kafes" karşılığını seçmelerini anlıyorum.

Çeviri ve düzelti sorunlarından bahsederken kitabı okumamışlar için ufak tefek keyif kaçırıcı alıntılar yapabilirim. Uyarmalıyım. (Sayfa numaraları 5. Baskıya göre verilmiştir.)

Bölüm 9, sayfa 72:

“Duruma şöyle bir bakınca...”
“Hareket et!” diye bağırdı.
Adam kıkırdadı.

“So, I have to ask myself . . .”
“Move!” she screams.
“. . . who here has gone mad?”
The man cackles.


Malorie adamdan uzaklaşmasını istiyor ve “Move!” diyor, “Uzaklaş” veya “Git buradan!” anlamında. Düzelti sürecinde kolayca çözülebilecek bir sorun.
Adamın ikiye bölünen ifadesinin ikinci kısmı “. . . who here has gone mad?” ise hiç çevrilmemiş.


Bölüm 17, sayfa 125:

“Tamam,” dedi Tom. “Dışarı çıkmamıza izin verin.”

“Okay,” Tom says. “Let us out.”


Burada Tom izin istemiyor, yönlendirme istiyor. Dolayısıyla “Bizi dışarı çıkarın” “Çıkmamıza yardım edin” gibi bir karşılık uygun olabilirdi.


Bölüm 21, sayfa 141:

Olympia’nın kocası hakkında konuşmuşlar, adamın neye benzediğinden, çocuk sahibi olmayı ne kadar istediğinden bahsetmişlerdi.

They were talking about Olympia’s husband. What he was like. His desire to have a child.


Buradaki “What he was like” ifadesi bir kişinin görünüş ve kişilik özelliklerini sorarken kullanılan “What is she/he like?”ın geçmiş halinin yan cümleciğe çevrilmiş biçimi. Anlam karşılansa da Türkçe’de bu kullanım pek sık rastlanmıyor sanırım. “adamın nasıl biri olduğundan” ya da “adamın görünüşünden” karşılıkları uygun olabilirdi.


Bölüm 34, sayfa 239:

Malorie gözlerini kapattı ve ayaklarının altındaki soğuk toprağı hissetti. Sonra gözlerini kapattı. Kiler kapısının altından sızan ışık mutlak karanlığı yarıyordu.

Malorie closes her eyes and feels the cool earth beneath her feet. She opens her eyes. Absolute blackness is cut only by the stove light from under the cellar door.


“Sonra gözlerini açtı.” olmalıydı ifade. Bu denli basit bir hata nasıl yapılabilir diyebilirsiniz. Bu kesinlikle çevirmenin hatası değil. Çevirmen kısa zamanda çeviriyi teslim etmek için hızla çalışır, bu denli hızlı çalıştığı için birçok şey gözünden kaçar. Bu tür hataları ayıklamak için bir başka kişi düzelti yapmalıydı. Hatta bir “son okuma” yapılmalıydı. Ama tabi bu tür bir titizlik kitabın maliyetini arttırır. Bu yüzden birçok yayınevi bu adımların bazılarını atlar masraftan kısmak için.


Bölüm 40, sayfa 272:

Raflara, kutulara, yeni hafta önce…

To the shelves, the boxes, … seven weeks ago, …


Hatayı gördünüz sanırım.


Bölüm 40, sayfa 274:

Hafifçe evin duvarına çarpan kutunun içindeki kuşların sesini duyduğunu düşündü.

She thinks she hears the bird box, banging lightly against the house.


“Hafifçe evin duvarına çarpan kuş dolu kutunun sesini duyduğunu düşündü.” olabilirdi. Sanırım kastedilen ses kuşların değil kutunun sesi.


Bölüm 42, sayfa 290:

“Tom,” demeyi başardı. “Aşağıda neler oluyor?”
“Tom biraz huzursuz. O kadar.”

“Tom,” she manages to say. “What’s wrong down there?”
“Don’s upset. That’s all.”


“Don biraz huzursuz. O kadar.” olmalıydı.


Bölüm 42, sayfa 303:

… havlunun üzerinde doğrultu.

… inches forward on the towel.


“… doğruldu.” olmalıydı.


Bölüm 42, sayfa 311:

Çocuğumuz…

Most of us…


“Çoğumuz…” olmalıydı.


Bölüm 43, sayfa 318:

Telefon rehberinin sayfalarını şöyle bir çevirdikten sonra Malorie’nin adının yüz altıncı sayfada olduğunu söylemişti.

Once, after flipping through the phone book, the Boy called out that she was on page one hundred and six.


Burada özne belirsiz, çocuklardan hangisi olduğunu anlayamıyoruz. “Oğlan telefon rehberinin sayfalarını şöyle bir çevirdikten sonra Malorie’nin adının yüz altıncı sayfada olduğunu söylemişti.” olmalıydı.


Bölüm 43, sayfa 323:

Malorie hafif bir klik sesi duydu.

Malorie hears a light clicking sound.


Burada Malorie bir tahtanın yere vurma sesini duyuyor. O yüzden “Malorie hafif bir tıkırtı duydu.” olmalıydı.


Gelelim güzelliklere:

Bölüm 32, sayfa 215:

“Orada erzakım var. …”

“I’ve got supplies there. …”


Bu karşılıkta hiçbir hata yok. Ben “erzakım” sözcüğünde yumuşama olması gerektiğini düşünmüştüm ama Sayın Aslı Dağlı’yı tebrik etmek gerek çünkü doğrusu TDK’ya göre “erzakım”.


Bölüm 37, sayfa 256:

Önce eteğindeki taşları dök, demek istiyordu.

Come clean first, she wants to say.


Harika bir karşılık, bayıldım.
Yukarda bazı sorunları belirtsem de bu hataların 330 sayfalık bir kitapta devede kulak kaldığını görmelisiniz. Kitabın harika bir çevirisi var. Tertemiz. Akıcı. “eteğindeki taşları dök” gibi harika yerlileştirmelerle dolu.

Yazdığım şu ufacık yazıda eminim onlarca imla hatası yapmışımdır. Koskoca kitapta bu kadarcık hata olması normal ama 5. Baskı yapmış binlerce satmış bir kitabın düzeltisi daha özenli yapılmalıydı.

Umarım çevirmeni, düzeltmeni ve yayına hazırlayanı üzmemişimdir.

22 Haziran 2017 Perşembe

İnsana Hiç Rahat Yok Kendinden - Grace Paley


İnsana Hiç Rahat Yok Kendinden
Grace Paley

Çevirmen: Aylin Ülçer
YÜZ KİTAP, 2016

166 s.

Çevirmeni Aylin Ülçer yüzü suyu hürmetine almıştım bu kitabı. Kendisi ne çevirdiyse, sevdiğim türde olsun olmasın, ilgimi çeksin çekmesin okuyorum/okuyacağım. Onun yerlileştirmeleri, bulduğu karşılıklar bende hayranlık uyandırıyor.

Bu itkiyle okurken birden kitabın kendisini de sevmeye başladığımı fark ettim. Paley'nin günlük hayatı anlatırken kullandığı zaman zaman acıklı zaman zaman alaycı dili hoşuma gitti.

11 Öyküden oluşan eserin tamamında güçlü kadın öykü kişileri öne çıkıyor. Bu "güçlü" sıfatının çok kullanılıp içinin boşaltıldığının farkındayım. O yüzden hemen nasıl "güçlü" olduklarının altını çizeyim:
Tüm baş kişiler kendi seçimlerini yapıyor ve bunların sonuçlarına cesurca göğüs geriyor.

Onlar delice sevdikleri erkeklere canları tak edince "Hadi Güle Güle, Uğurlar Olsun" diyebiliyorlar.

"Hem Genç Hem İhtiyar Bir Kadın" olarak tutkularının peşinden gitseler de olgunlukla dizginleri ellerine alabiliyorlar.

Yeni bir hayat kursalar bile eski eşlerine duydukları sevgi bitmediyse onları sevgiyle kabul edebilecek kadar olgunlar.

Sınıftaki "En Gür Ses"e onlar sahipler ve bu gür ses sadece erkek egemen topluma karşı değil, azınlık olmanın derdiyle de çıkıyor.

"Hayattan Bir Beklenti"leri yok çünkü istediklerini elde edebilecek kudretteler. Eşleri erkekliklerini kanıtlamak için savaşa gitse bile toplumun onlara biçtiği "kadınlık" görevlerinin ötesinde bir varlık gösteriyorlar.

Çocuklarını nasıl yetiştirdikleri hakkında afaki konuşan erkeklerin ağızlarına paylarını bir güzel veriyorlar. O çocuklar ki yeri geliyor annelerinin "karşısında" yeri geliyor "yanlarında" duruyorlar. Her birinin güçlü kişilikleri var.

Bu güzel eserde tek bir öykü var ki kitabın genel çizgisinden sapıyor: "Hepimizi Maymuna Çeviren Zaman"
Başlık her ne kadar yaşlanmaya dair bir işaret verse de öykü "absürt" bir hava içinde akıyor. Baş kişi Eddie'nin ilginç deneylerinin arkasında alaycı bir savaş karşıtlığı seziliyor.

Gerçi tüm öykülerin bir yanı savaşla ilgili. Savaşla dağılan yuvalar ve ekonomik buhran.

Yukarıda az çok anlatmaya çalıştığım halleri daha iyi anlayabilmeniz için bazı alıntılar bırakıyorum. Bu cümleler öyle güzeller ki yerlerinden sökülünce bile etkilerini kaybetmiyorlar:

"Rosie, ah Rosie," dedi bana bir gün. "Gül yüzündeki saatten anladığım kadarıyla, otuzuna gelmiş olmalısın." (s. 17)

Bunu ilk önce annemin yüzünde fark ettim, zamanın çürük elyazısı, yanaklarına bir aşağı bir yukarı kargacık burgacık çiziktirilmiş, alnına ileri geri karalanmıştı ve bu yazıyı bir çocuk bile okuyabilirdi -ihtiyar, ihtiyar, ihtiyar yazıyordu. Ama yüreğimi asıl parçalayan, bu acı gerçeği Vlashkin'in o harika yüz ifadesi üzerine karalanmış görmek oldu. (s. 18)

"Nereye gidiyorsun Peter?" Anna antreden seslendi ona, gürültücü çocukların ve unutulmuş şemsiyelerin yurdundan. (s. 46)

"... O çocukların sesleri pek cılız; hem neden bağırsınlar ki onlar? İngilizceyi, doğuştan sular seller gibi biliyorlar. Melekler gibi altın sarısı saçları var. Oyunda rol almaları o kadar önemli mi sence? Noel... yeryüzünün bütün malı mülkü... hepsinin sahibi onlar zaten." (s. 56)

Zavallı ihtiyar anam, boğazına benden kocaman bir parça düğümlenmiş halde, gözü arkada gitti öbür tarafa. O sırada askerdeydim ama anladığıma göre son sözleri şu olmuş: "Freddy'yi Eleanor Farbstein ile tanıştırın." Kadındaki cürete bakın hele. Beni bir mal gibi vasiyetine eklemiş resmen. Kız kardeşimi asker tıraşlı o reklam yazarına, o gastronomi uzmanına bırakmış. Babamı teyzelerin merhametine terk etmiş. Sıra bana gelince, ki güya onun en kıymetli varlığı, gönlünün buzdolabındaki en iyi et parçasıydım, tutmuş beni de Ellen Farbstein'a bırakmış. (s. 63)

On gün sonra Girard, "Babam nerede?" diye sordu.
"Bana soru sorma ki sana yalan söylemeyeyim." (s. 72)

Benim anlatacak kayda değer bir şeyim yoktu. Hele şimdi, John konuyu böyle gözümün içine içine sokunca, hayatımın yanıp kül olmuş her gününün dumanı utançla tütmeye başlamıştı ve o duman yüzünden güzel geçen sayılı anları bile tam olarak göremiyordum. (s. 75)

Vücudunun bölümleri, ister görünür, ister örtülü olsun, gözü okşuyordu. Çocukluğun ve ihtiyarlığın bütün abartılı kemikleri, genç kızlığın sıcacık ahenginde uykuya dalmıştı. (s. 93)

Gece uyumadan önce farkında olmadan dua ediyorum. Kalktığımda da öyle. Tanrı'ya dua etmiyorum, çocukluğun o birleştirici hatırasına dua ediyorum. Faith, sen ihtiyar dedenin Kadiş duasını okuyuşunu unutabilir misin hiç? Hayır, sonsuza dek kulağında kalacaktır o ses. (s. 112)

Sonra da, Alcatraz hapishanesinde siyah beyaz parmaklıkların ardına hapsedilmiş bir kral gibi ebediyen mezara gömülmüş kalbim, oğlumun kısa, tombul parmaklarının arasından sızan ışıkla çizgi çizgi aydınlandı. (s. 127)


Çeviriye ve düzeltiye diyecek söz yok. Tek bir düşük cümle tek bir yazım hatası bile görmedim. Editör Derya Önder'e de buradan saygılarımı sunuyorum.

Hele baskısı. Ah öyle güzel bir baskısı var ki kitabın. Kapak tasarımı, çizimi, dokusu; sayfaların rengi, dokusu, yazı düzeni; her şeyiyle harika bir baskı. Kapak tasarımı ve çizimini yapan Melis Rozental'ın ellerine sağlık.

18 Haziran 2017 Pazar

Bir Efsane’yi Sevmemek




“Ben, Efsane!”, Richard Matheson’ın 1954 yılında yayınladığı ve bilimkurgu edebiyatına “korku” öğesini katarak türe yeni bir yol açan önemli bir eser sayılmaktadır. “Korku” öğesinin yanında, yazıldığı döneme göre yenilikçi bir bakışla fantastik ve gotik olgulara bilimsel açıklamalar getirerek modern vampir olgusuna olmasa da zombi olgusuna önemli katkılarda bulunmuştur.

Ülkemizde eser pek bilinmese de 2007 yapımı “Ben Efsaneyim” (I am Legend) filmiyle yeniden anılmaya başlanmış ve bilimkurgu hayranları için bulunamayan bir eser haline dönüşmüştü. Özellikle 2003 yılında İthaki Yayınları etiketiyle yayınlanmış olan baskısı (ki bu yazı bu baskı üzerinedir) yüksek meblağlara satılmak üzere acımasız sahafların ellerinde çürümekteydi. Bu hasret yıllarca sürdü. Ta ki bu yıl Artemis Yayınları kitabı Beril T. Uğur çevirisiyle yayınlayana dek.

(Bu çevirinin içinde "Ben, Efsaneyim" romanına ek olarak 10 farklı öykü daha vardır. Yazarın sevenleri için önemli bir kaynak.)

Kitap yeniden yayınlandı ve okurların hasreti bitti.
Peki bu kitap bunca yıl beklemeye değer miydi?
Richard Matheson’ın bu eseri gerçekten o kadar iyi bir kitap mı?

Aynı yıllarda yayınlanan “Mars Yıllıkları” (Ray Bradbury), “Triffidlerin Günü” (John Wyndham), “Uzay Tacirleri” (Frederik Pohl ve C.M. Kornbluth) veya “Kaplan! Kaplan!” (Alfred Bester) gibi sürekli yeni baskılarını görmek istediğimiz kült bir eser mi “Ben, Efsane!”?

Yoksa yıllarca erişilemediği için Türk okurları tarafından haksız bir önem mi yüklendi üzerine?
Dünya edebiyatında önemli bir yere sahip bu eser için bu sözler çok acımasız olabilir ama bir okur olarak onu beğenmeme hakkımız da var ve ben bu hakkımı kullanmak istedim. Hakkımı savunurken sunacağım gerekçeler kimi okurlar tarafından yerinde bulunmayabilir ama niyetim de böyle bir tartışma ortamı yaratmak.

Filmden Kitaba

"Ben Efsaneyim" filmini izlemiş, kitabı okuma aşkıyla yananlardan biri de ben olmuştum. Lakin kitapla film arasındaki farklılıkları öğrendiğim anda kitabın o kadar da iyi olmayacağını sezmiştim. Beyaz perde yerine basılı sözcüklerin hayranı olarak, bu sezgiyi boşa çıkarmak için kitabı aramaya koyuldum. Fellik fellik olmasa da kitapçı ve sahaf dolaşırken aklımın bir köşesinde “Ben, Efsane” de vardı. Bu gezintiler sırasında bir Richard Matheson eserine denk geldim: “Gecenin Konukları”. Kitabın ilk sayfasındaki künyeden özgün ismine (I am Legend) bakınca arayışımın sona erdiğini anladım. “Ben, Efsane”yi (İthaki, 2003) bulamamıştım ama “Gecenin Konukları” (Beyaz Balina Yayınları, 2000) gibi garip bir adla da olsa eseri okuyabilecektim.

Baskısı bulunmayan bir kitabı okumaya başlamadan önce ister istemez yüksek bir beklentiye girersiniz. Kutsal bir hazine sandığı bulmuş gibi özenle kapağını açar hayran hayran ilk sözcükleri okursunuz. Benim için durum farklıydı. Her ne kadar eseri bulduğuma çok sevinsem de Will Smith’li o muhteşem uyarlama sebebiyle kitaptan çok şey beklemiyordum.

Bu arada güzel bir sürprizle İthaki baskısının pdf halini buldum ve iki farklı baskıyı karşılaştırarak okumaya başladım ve büyük bir bölümünü İthaki baskısından okuyarak kitabı bitirdim. Ve… Sevmedim.

Sevmedim… Ama Neden?

Kitabı özetleyerek başlayayım.

15 Mayıs 2017 Pazartesi

Bu Ölümsüz - Roger Zelazny






Bu Ölümsüz - Roger Zelazny

Özgün adı: This Immortal
Çeviri: Sönmez Güven
1. Basım: Eylül 2000

Dünya nükleer felaketler yüzünden yıkılmış harabe olmuş, insanlar başka gezegenlere göçmüşler hayatlarından da memnunlar. Yeryüzünde sadece değişime uğramış hayvanlar ve insanlar var, o yüzden hem tehlikeli hem de gizemli bir yere dönüşmüş. Bu durum onu başka gezegenlerin ırkları tarafından turistik bir durak olarak algılanmasına sebep olmuş. İnsanlar tarafındansa çok önemsenmeyen tarihi bir miras.

Hikayemiz Dünya'yı gezmek isteyen bir Vegalı (Vega gezegeninden gelen bir ırk) ve ona refakat eden bir ekibin etrafından şekilleniyor. Romanın baş kişisi bu ekibin lideri ve Dünya'daki tarihi mekanlardan sorumlu Conrad Nomikos. Hikayenin başında anlaşıldığı üzere ölümsüz, bu da onu işinde doğal olarak uzman yapıyor. Onun ölümsüzlüğü başka insanlar tarafından sezilen ama kanıtlanamayan bir olgu. Kendisi de gizliyor zaten.

Vegalı Dünya'yı gezerken ekibin başına gelmeyen kalmıyor, hepsi ölümle yüz yüze geliyor, en çok da Conrad. Siyasi meseleler yüzünden planlanan suikastler, güreşçi robotlar, değişim geçirmiş insanlar, devasa yaratıklar... Bu kısımlar büyük bir heyecanla okunuyor ve hızla kitabın sonuna geliniyor ama...

Bu karmaşa okur olarak beni rahatsız etti. Kitap, kullandığı temalar ve dil itibariyle hızlı değişimler gösteriyor. Ana bir tema olmaması da kitaba dair bir okuma tavrı geliştirmenizi engelliyor.

Sanki fantastik temalar işe koşmak istiyor yazar ama bir yandan da bilimkurgu sosu eklemek istiyor. Kabadayı bir tavırla "karar ver artık" diyecek değilim, böyle yazmak istemişse yazarı yargılayamam ama bu hız ve çeşitlilik kitabın akılda kalıcılığını azaltıyor.

Mesela Vega hükümetinin dünyanın bir çok bölgesini satın alması ve insanları Vega'ya kabul ederken onları mülteci konumuna düşürmesine dair siyasi rahatsızlık ve bu rahatsızlıktan doğan gizli bir örgüt var ama hikaye bunun üzerinde pek durmuyor.

Conrad ölümsüz ama neden, nasıl? Bunu anlatmak zorunda değil diyelim, peki kitabın sonunda ortaya çıkan işlev dışında bu ölümsüzlüğün kitaba katkısı ne?

Conrad'ın eşine duyduğu sevgi kitabın başında yoğun ama... Bir dakika tamam tamam her şey aydınlığa kavuştu. Conrad'ın Yunanlı olmasından anlamalıydım, ya da sürekli Yunan efsanelerine gönderme yapmasından.

Bu kitap Oydsseus destanının ya da evinden uzaklaşan kahramanın bin bir badire atlatarak yeniden eve dönmesinin zayıf bir tekrarı. Peki bir Yunan mitini bir bilimkurgu kitabına nasıl taşıyıp o efsanevi yaratıkları nasıl geri getireceğiz? Nükleer bir felaket sonucu Dünya harabeye dönerse ve bu küllerin içinden tavuklar mutasyon geçirip Anka Kuşu gibi ortaya çıkarsa bu destan için gerekenler hazırdır. Kitapta Anka Kuşu falan yok tabi ama değişime uğramış köpekler, timsahlar, yarasalar ve hatta ördekler var. İnsansılar, vampirler, zombiler bile var.

Conrad da güçlü kuvvetli, akıllı bir kahraman, hepsini alt edebilecek yetilere sahip. İşlem tamam. Kitap boyunca kahramanlıkla ilgili onlarca konuşma yapan Conrad açık açık formülü veriyor aslında:
"Pekala, Hasan, seni şanslı kerata," dedim. Şu anda bir adet kendin-yap'lı Kahramanlık Modeli kazanmış durumdasın, canavarı da bedava. İyi şanslar." s. 140

Hatta kahramana eşlik eden roman kişileri bile bir formül üzere kurulmuş. Bu formül de açık açık dillendiriliyor Moreby tarafından:
"Eh, bizim de elimizde bir ozanın dili, iki amansız savaşçının kanı, çok seçkin bir bilim adamının beyni, ateşli bir siyasetçinin safralı karaciğeri, ve bir Vegalının ilginç renkteki eti var -" s. 136

Her ne kadar onlara kişilik verilmemişse de bu ekipte kadınlar da var: Ya erkeğe bağımlı ya da sinsiler. Klişe!

Aslından yazarın, yaptığı mitsel-cover'ı bu denli gözümüze sokması (her ne kadar ben geç anlasam da) kitaba bir mizah duygusu katıyor. Conrad da çok şakacı ve iğneleyici bir roman kişisi. Bu yüzden okurun bu karmaşanın içinden eğlenmiş çıkması olası.

Daha bahsedecek çok şey var ama ben de anlatırken karıştırdım, affedin, sizi kitaba dair karmaşık duygularla bırakıyorum.

Çeviri ve düzelti eki:

Kitabın çevirisi şahane, Sönmez Güven'in eli dili dert bulmasın. Sadece bir bariz hata gördüm "radio"nun "telsiz" yerine "radyo" şeklinde çevrilmesi gibi.

Bayıldığım yerlileştirmeler vardı:
"Trip and break your neck."
"Umarım boynun altında kalır."
 s. 138

"Therefore, we must plan an escape, else we will be served up on a chafing dish."
"Dolayısıyla, ya bir kaçış planı düzenleriz, ya da akşam yemeğine köftelik kıyma oluruz."
 s. 138

Procrustes kicked him several times, and me once for good measure.
Procrustes onu birkaç kez, hatırım kalmasın diye beni de bir kez tekmeledi.
 s. 153

Bu güzel karşılıkların yanında anlamadığım bir yerlileştirme vardı:
Hasan adındaki roman kişisi Conrad'ı (çok) eskiden beri tanıyor ve ona Conrad yerine Karacı diyor. Bunu anlamamıştım. Conrad o uzun ömründe bir çok isim almıştı ama Karacı ne demek? Özgün metne baktım: Karagee

Neden Karacı diye çevrilmiş anlamadım. Hasan, Conrad'la ilk karşılaştığında Conrad'ın adı Karaghiosis'miş, çevirmen bu ismi Karagozis şeklinde Türkçe'leştirmiş, olabilir, güzel bir karşılık.
Özgün metinde KarageeKaraghiosis'in kısaltılmış hali muhtemelen. Dolayısıyla Karacı gibi Türkçe'si de anlamlı bir karşılık yerine Karagi kullanılabilirdi.

Off, buna mı taktın diyebilirsiniz, "işim gücüm yok" diye karşılık veririm.

Kitabın düzeltisi de çok iyiydi, sanırım sadece üç yerde yanlış yazımla karşılaştım. Şu anki yayınevlerinin Metis gibi nitelikli yayınevlerini örnek alması gerek. Bu kitap 17 yıl evvel böyle tertemiz yayınlanmış ama şimdi "büyük" dediğimiz bir çok yayınevi (örneğin İthaki), son okuma yapmadan yayınlayabiliyor bazı kitaplarını.

Milliyetçi ek:
"Karagozis eski Yunan gölge oyunundaki bir karakterin adıdır, Avrupa'nın Punch ve Judy oyunlarındaki Punch gibi. Kılıksızın ve soytarının tekiydi." s. 84

Yahu pes! Kahveye, baklavaya bizim dediniz, hadi neyse ama güzelim gölge oyunumuzu kaptırmayız!

10 Ekim 2015 Cumartesi

Marslı - Andy Weir


Marslı
Andy Weir
Çevirmen: Emre Aygün
2015 - İthaki Yayınları
416 sayfa





MARSLI’YI OKUMA GÜNLÜĞÜ SAYFA 9:

Andy Weir’ın okurlar arasında bir hayli ayrılık yaratan bilimkurgu romanı Marslı’yı okumaya başladım. Aslında okumaya başlamadan evvel kapağına vurulmuştum. Hem dokusu hem de kullanılan resim müthişti. İyi ki özgün kapak kullanılmış. Şu sıralar film çıkacak, o yüzden yayınevi Matt Damon’un resmini koymuş kapağa. Hiç hoş olmamış.
Kitaba dair ayrılıklar çok büyük olsa da kitabı seveceğimi düşünerek okumaya başladım. İyi bir roman okuyacağım hissi var içimde.




MARSLI’YI OKUMA GÜNLÜĞÜ SAYFA 20:

Bir kaza sonucu Mars’ta tek başına kalan Mark Watney ile baş başayım. Bilim ile aram hep iyi olmuştur okulda. O yüzden Mark’ın anlattığı tüm o bilimsel şeyler çok hoşuma gitti. Hepsini rahatlıkla gözümde canlandırabildim. Mark şimdilik iyi durumda. Kurtulmanın çareleri üzerinde düşünüyor.
Çok komik bir adam Mark, kitaba dair kimi yorumlarda ergen esprisi yaptığı söyleniyor ama ben katılmıyorum. Bazen çok komik olabiliyor. Velev ki ergen esprisi yapsın, bu bir roman kişisi. Yazar onu öyle kurgulamak istemiş demek ki. Hem Mars’a gidecek kadar üstün yetileri ve bilgisi olan bir astronotun ergen esprileri yapması kendi başına çok komik zaten. Adam eylemlerinde müthiş zeki. Zihnini korumak için birkaç espri yapmasının ne mahsuru var?
Ayrıca bunun neresi komik değil:
Bugünün çoğunu dışarıda, iletişim tertibatının kalıntıları arasında geçirdim. Gerçekten üzücü bir manzaraydı. Dünya’ya doğru bağırsam daha büyük başarı elde ederim.



8 Ağustos 2015 Cumartesi

Swastika Geceleri - Katharine Burdekin



Swastika Geceleri

Katharine Burdekin

Çeviren:
Mehtap Gün Ayral

Encore Yayınları, Temmuz 2014
232 s.

Ben bu kitabı sevmedim.

Kuvvetli, iyi tasarlanmış bir distopya değil. Kendisinden 5 yıl evvel basılmış Cesur Yeni Dünya’nın kurgusunun gücünden eser yok kitapta. Neden bunu söyledim: Distopyaya dair kuvvetli örnekler olmasa bir nebze anlayışla karşılanabilir bu zayıflık. Hatta velev ki daha evvel hiçbir distopya örneği okumamış olsun Burdekin, iyi bir eser de mi okumamış? Olay sadece fikirleri aktarmaksa pekala makale de yazabilirdi. Düşüncelerini büyük kitlelere aktarmak için roman yazmış diyelim, o zaman da okuyucuya zevk vermeyen bu zayıf kurguyu tercih etmesini baştansavmalığına veriyorum. Sayhh’ın da dediği gibi, bu bozuk düzenin geçmişine ve şimdisine dair her bilgi uzun ve bezdirici diyaloglarla aktarılınca iyi bir roman mı yazılmış oluyor?

Dahası bu roman feminist bir roman da değil. Romanda kadın yok. Daha önce söylediğim gibi neden biz o kadınların ne hissettiklerini ve düşündüklerini okuyamıyoruz? Böylesi bir roman için en gerekli bakış buydu. Kadınlar örgütlensin ve ayaklansın demiyorum (bunu da diyebilirim tabi, iyi bir kurgu içinde bu dediğim gerçekçi bir şekilde aktarılabilir), en azından erkekler onları aşağılarken, ellerinden evlatları alınırken, saçları kesilirken ne hissettiklerini bilmeyi çok isterdim. O kadınlar varlıkları, erkeklerin karşısında neden bu denli değersiz oldukları hakkında hiç mi düşünmüyorlar? Bir insan, ne kadar hayvan yerine konulursa konulsun, tecrit edilmediği sürece konuşur, düşünür ve fikir üretir. Nerede kadınların fikirleri?

Bu kadınların kaderleri neden hiçbir güçlü yanı olmayan üç beş erkeğe teslim ediliyor? Hem de bu kaderin değişmesinde başat önemi olan kitabı doğru dürüst okuyamayan ve anlamayan üç-beş adama? Gerçi o kitabın da hiçbir halta yaramayacağı açık. Onu erkekler okusa ne olur okumasa ne olur. Çağdaş dediğimiz dünyada bile erkeklerin çoğu, ne okurlarsa okusunlar ne kadar kültürlü olurlarsa olsunlar kadınları zayıf ve kendilerine bağımlı görmekten hoşnutlar. Bu böyleyken kitapta kadınların efendisi rolündeki erkekler bir kitap okudu, bir fotoğrafa baktı diye mucizeler mi olacak?

Bana kalırsa bu tek kitap mevzuu İncil’e bir gönderme. İncil bir Hristiyan’ın eline geçiyor ve böylece dünya kurtuluyor. Bu kadar sığ bir bakışla yazılmış kitap.

“Dinin değeri düşürüldü, saflığı kirletildi, ama kaçınılmaz olan da buydu. Eski Hıristiyanlık dininde kadının çok büyük bir yeri vardı. Teorik olarak ruh değerleri erkeğe eşitti, ama uygulamada böyle olmuyordu elbette. Kadınların rahip olmasına izin verilmezdi. Ama erkekler onların İsa’nın sevdiği ruhlar olduklarını söylemişti, bu yüzden ruhları ve vicdanları varmış gibi davranabiliyorlardı.”

Bozulmuş Hristiyanlık, gerçekleri anlatan bir kitapla birlikte yeniden düzelecek ve tüm insanlığa hak ettiği barışı ve hakkaniyeti getirecek. Kitabın söylemeye çalıştığı bu bana kalırsa.

Belki biraz aşırı bir okuma yapıyorum, belki bir kere olaya Hristiyanlık övgüsü olarak baktığım için zihnim bu bakışla anlam arıyor. Yine de kitabın teslim edildiği kişiye bakınca Joseph ismi özellikle mi seçildi diyorum kendi kendime, Fred’in babası Alfred ölünce onun için babalık yapacak kişi Joseph değil mi? Fred kitabı okuyarak dünyayı değiştirecekse, yani İsa olacaksa onun vasisi olacak kişi de Joseph (İsa’nın dünyevi babası sayılan Aziz Joseph’a ithafen) olmalı.

Joseph şöyle diyor:

“Tanrı o kadar iyiyken neden günah ortaya çıktı? Son Gün geldiğinde bu muamma da anlaşılacak, ama siz anlayamayacaksınız elbette. İşte günah böyle başladı, öldürmekle. İki insan arasındaki şiddetle. Sonra binlerce yıl günah içinde yaşadılar ve onları günahlarından kurtarmak ve dünyayı Habil ile Kabil’den önceki haline döndürmek için İsa doğdu.”
Yani Tanrı harikaydı, Hristiyanlık müthişti ama insanlar bunun değerini bilemediler ve her şey mahvoldu. Ve şimdi de her şeyi eski haline getirecek bir kitap ve bir erkek var. Yaşasın!

Dahası da var:

“Babam Friedrich von Hess, Onlu’nun İç Halkası’ndan Alman Şövalyesi, bu kitabı bana 19 Haziran 2130’da verdi. Yetmiş yaşına gelmiş, neredeyse kör olmuş ve uğruna yaşayacak bir şeyi kalmamıştı; ama onun da dediği gibi, tanrılığa ve Tanrı’nın evrenselliğine inançla dolu olan babam, kitabı verdiğinin ertesi günü, 20 Haziran 2130’da yaşamına son verdi.”


Nasıl olur da tanrının evrenselliğini halel getirilir. Nasıl olur da Tanrı bir millete ait olabilir? Hitler’i tanrı sayan Naziler cezalarını çekecekler bir gün.  Friedrich von Hess’in yazdığı İncil’le Tanrı’ya şirk koşan bu millet harap olacak.

Bir distopyanın bu kadar dinin yapıcılığına odaklanması beni deli etti. Benim okuduğum bildiğim tüm distopyalarda din, uyuşturucu bir öğedir. Halk dinin korkusu ve sözde merhameti içinde itaat ederler ve isyanı düşünmezler. Ama bu kitap dini bir kurtuluş olarak sunuyor. Tüm distopyalar aynı olmamalı belki ama özgür düşünceyi kısıtlayan din, nasıl kurtuluş olabilir?

Bu konuyu bir kenara bırakıyorum. Kitapta yığınla gereksiz sahne var: Alfred ile Şovalye’nin arasında geçen olay ve diyalogların çoğu kitabın ana çatısına hizmet etmiyor. Sürekli milletlerin sanata katkılarından bahsediyorlar. Vay efendim şu millet mimaride iyi, şu millet resimde iyi, müzikte Almanların eline su dökemezsin falan filan. Sonra ikisinin uçağa binmesi. Neden bindikleri bile belli değil. Yalnız kalmak için mi? Bir ara Hermann ile Alfred çapa yapıyor. Neden yapıyorlar anlamış değilim. Saçma sapan bir sahne. Aslında Hermann karakteri de saçma sapan bir yerde. Kitaptaki en sevdiğim kişi olmasına rağmen varlığı gereksiz.

Zaten roman kişilerin çoğunun içi boş. Belki bir nebze Şovalye etkileyici. Bilmek ama bildiğini dile getirememek, onca gücüne rağmen bir şeyleri değiştirememek ona acı veriyor ve bu acı onu gerçek kılıyor.

Herrman kişisi sadece Şovalye ile Alfred tanışması için yaratılmış. Sonra zaten yazar onu ne yapacağını bilemediği için İngiltere’ye yolluyor ama oradaki görevi o kadar saçma ki. Kitabın Şovalye’den çıkıp Hristiyan Joseph’e varması sürecinin işlemesi için çabucak harcanan roman kişileri yaratmış yazar. Bu açıkça roman sanatına saygısızlık bana göre.

Tabi kitabı tümden yabana atmayalım. Arada bir parıldayan ifadeler mevcut:

“Her şey bir efsaneden ibaret. İngiltere efsanelerle doludur. Tabi ülkelerin hepsinde durum aynıdır herhalde. İnsanların işleri ve maaşları ya da Şövalyelerinin kötülüklerinden başka konuşacak bir şeyleri olmuş oluyor böylece.”


“ ‘Kimse bilmeseydi,’ diye düşündü, ‘o ölmüş olsaydı, ben de ölseydim, gerçekler yine de var olacaktı. Dünya yüzünde hiç insan kalmamış olsa da insan davranışı ile ilgili belli bazı şeyler doğru olmaya devam edecektir. ‘Düşünce özgürlüğünün olmadığı yerde onur da yoktur.’


“ ‘Neden ölmek istedi?’
‘Ölme olasılığına sahip olmak için.’ “


“ ‘Peki neden kendilerini bu kadar alçalttılar?’ dedi Alfred.
‘Kadının İndirgenmesi’ni kabul ettiler. Alman erkekleri tarafından düşünülerek planlanmış, kasıtlı bir şeydi bu. Kadınlar daima erkeklerin istedikleri gibi olacaklardı: iradesi olmayan, karakteri ve ruhu olmayan, sadece erkeklerin yansıması olan canlılar. Bu yüzden, oldukları ya da olabilecekleri şey onların suçu ya da erdemi değildi. Erkekler onların güzel olmalarını isterlerse güzel olacaklardı. Erkekler onların irade ve karakter sahibi gibi görünmelerini isterlerse, böyle bir görünüm sergileyeceklerdi ama bu sadece rol icabı olacaktı. Erkekler onların özgür ve bağımsız, hatta erkeksi görünmelerini isterlerse bunların taklidini yapacaklardı. Ama erkeklerin yapamadıkları, asla başaramadıkları şey ise, bu körü körüne itaate son vermek ve kadınların erkekleri yadsıyarak itaatsizlik etmelerine sebep olmaktı. Bu insan ırkının bir trajedisidir.’ “


“ ‘Erkekler dişi hayvanları sevemezler, ama insanlaştırdıkları ve erkeksi şablonlara oturttukları kadınları sevebilirler ve sevmişlerdir de.’ “


“ ‘O zavallı dişi ahmaklar, erkeklerin onlara dayattığı şeyleri neşeyle ve canı gönülden yaparlarsa, erkeklerin bir şekilde mantıklı davranmaya başlayıp onları sevmeye devam edeceklerini sandılar.’ ”

23 Nisan 2015 Perşembe

Kılavuz - Bilge Karasu



Kılavuz
Bilge Karasu

Metis Yayınları
1990

Bilge Karasu: Kitaplığımda uzun süre bekleyen başka bir yazar. Zordur deyip bekletiyordum, gün gelir layıkıyla okurum, diyordum. Bir soluk çekiverdim kitaplıktan ve bir soluk bitti.

Bilge Karasu, Vüs’at O. Bener gibi farklı bir söz diziminin, farklı bir sesin yazarı. Kılavuz da garip bir kitap.

Uğur’un düşünden uyanışıyla açılıyor hikaye. Olanı biteni onun bakışından görüyoruz. Düşten uyanıp gerçekliğe gazete üzerindeki ilanları okuyarak geçiyor. Gözüne, yaşlı bir adama refakatçi arandığına dair bir ilan ilişiyor. Olur, diyor. Telefon açıp buluşuyor Yılmaz bey ile. Yılmaz bey, ilanı veren kişi. Bir süreliğine şehir dışına gideceği için amcası Mümtaz beye arkadaşlık etmesini istiyor Uğur’dan.

Hemencecik güvenip Uğur’a terk ediyor evi Yılmaz bey. Mümtaz bey ertesi gün gelecek. Bir de taksici var, İhsan. Sıklıkla çağırılan bir taksici. Kendisinden beklenmeyen bir yakınlıkla Uğur’la muhabbete giriyor.
Zamanla Mümtaz bey, Uğur ve İhsan’dan oluşan üçlü bir dostluk ortaya çıkıyor. Uğur arada bir karaladığı metinleri Mümtaz beye okutuyor. O metinlerde Uğur’un düşleri ve zaman zaman bu düşlerin gerçeğe sıçrayışı var.

Güvenilmez bir anlatıcı olan Uğur'u pek anlayamıyoruz. Anlattıkları kesin olmuş mu bilemiyoruz. Geçmişinden pek bahsetmiyor, karabasan denmeyi hak eden düşlerinde ölmesi gerektiği vurgulanıyor. Uğur, Bülent adında bir arkadaşının ölümüne sebep olduğuna inanıyor. Bülent, Uğur’a bir sebepten kırılıp gitmiş ülkeden, orada kanser olmuş. Bu düşlerin verdikleri dışında nasıl bir kişiliği var ancak diyaloglardan anlıyoruz.

Aynı belirsizlik hem Mümtaz bey hem de İhsan için var. Hepsi de hem okuyucuyu hem birbirlerini şaşırtan sözler söylüyorlar.

Kitabın geneline sirayet eden bir belirsizlik hali var. Bir yandan üç adamın arasındaki gerilimsiz ilişki bizi rahatlatırken diğer yandan sohbetlerinde ortaya çıkan ölüm, intihar gibi konular tedirginlik yaratıyor.
Tüm bunların yanında Yılmaz beyin gizemli tavırları da var. Eve gelişiyle birlikte üçlünün huzuru bozuluyor. Tavırlarından üçü de anlam çıkaramıyor.

Bu kadar belirsizliğe rağmen kitap kendini büyük bir hızla okutuyor. Gizemin peşinden nefes nefese gidiyorsunuz. Bilge Karasu’nun söyleyişi farklı, kelime seçimleri alışıldık değil ama bunlar hızı kesmiyor.

Hızla takip edilen gizemin ötesinde yazar var olmaya, ölmeye, yazmaya, kurguya, oyunlara dair çıkarımlar sunuyor. Kendi adıma bunların hepsini yakaladığımı sanmıyorum;  ama bu benim hikâyeden ve dilden keyif almamı engellemedi.

Gelelim Karasu’nun diline:

Karasu’nun dili okurluğunuzu yeni baştan ele almanızı gerektiren yeniliklerle dolu. Örneğin, kitabı okurken fark etmesek de Karasu, çağdaşı O. Bener gibi “ve” bağlacını hiç kullanmıyor. Bunu çocukça bir karşı duruş olarak yapmıyor tabi. “Ve”nin yokluğunu anlamıyorsunuz bile.

Sonra kimi sert sessizleri kendince yumuşatması var:

“düşteki adamı görmeğe başladı.”
“Yemeğini, südünü vermeğe davrandığımda yanımda bitiverir.”

Ve Vüs’at O. Bener ile Bilge Karasu’nun en sevdiğim yanı: Az bilinen Türkçe kelimeleri metinlerinde kullanmaları ve kimi sözcüklere farklı yaklaşmaları:

Karasu’nun “Savut, şıpınişi, yolak, yedmek, esenleşmek” gibi sözcükleri kullanması.
Yahut “anımsamak” yerine “ansımak”, “kımıldamak” yerine “kıpışmak”, “eziyet” yerine “üzgü”, “ritim” yerine “düzün” sözcüklerini tercih etmesi dilin sıradanlığını kırıp yeni bir bakışla dilimize yaklaşmamızı sağlıyor. Bu sözcükler yazarın uydurduğu sözcükler değil, Türkçe’mizde az tercih edilenler.

Ve birkaç alıntı:

“Kaygı da korku gibi kendi memesinin oburudur.” s. 23-24

“Sözünün uzunluğundan ürkmüş gibi duruverdi.” s. 83

“İnsanların, mutlu oldukları için bu mutluluğun içindeyken canlarına kıydıkları olur mu?” s. 86

“Yarasalar, baykuşlar, kediler, gece karanlığının yaratıkları güçsüzlük anlarımızın uğursuz düşmanları, öncesiz bir korkunun kapkara ışınlarıyla çevreliyordu uyuyan adamı.
'Usun uykuya dalması...' diyordu resmin altında Goya, '... canavarlar üretir.' “ s. 99

“Ne var ki, bu durumda bile, ancak bir kez yapılabilecek bir şeyin ‘vakti gelmişliğine’ karar vermek güç olsa gerek. Kaldı ki canına kıymayanın, kıymadığı sürece de olsa, canına kıyandan uzaklığı, hiçbir zaman kapanmayacak, kapanmak ne! Hiç kısalmayacak bir aralık… Bilmemiz, olanaksız bir şey.  Bildiğimizde de…” s. 125

"Biraz sonra, 'Asıl mutluluk bu olsa gerek,' dedi, 'ulaşmağa can attığımızın biraz öncesi…' " s. 131

21 Nisan 2015 Salı

Hiç Kimse Sıradan Değildir - Markus Zusak

Hiç Kimse Sıradan Değildir
(I am the Messenger)
Markus Zusak

Çeviri: Selim Yeniçeri

Martı Yayıncılık
Temmuz 2012
460 Sayfa


Sıcak bir kitap. Mutlulukla okudum. Sade ama güçlü.

Ve müthiş bir hızla okunuyor.

-
“Biliyorum,” dedi kız. “Ed Kennedy.” Sesi tiz ama yu­muşaktı;
o  kadar  yumuşak ki insan içine yuvarlanabilirdi. (s. 83)
-
"Evet, iyi  şanslar, Sophie,” dedi babası.
Sophie.
Hoşuma gitmişti.
İsmi zihnimde dikkatle kızın yüzüne yerleştirdim.
Uyum mükemmeldi. (s. 86)
-
Sabahlar el çırpıyor gibiydi.
Beni uyandırmak için. (s. 97)
-
Ama hâlâ bekliyordum.
Kapı biraz daha açıldı ve karşımda biri belirdi. Küçük kız.

Kız önümde durmuş, yumruğuyla gözünü uykunun esa­retinden  kurtarmaya çalışıyordu. (s. 101)
-
Her şey dökülmüş süt gibi ağzımdan saçılıyordu. (s. 152)
-
Sadece oturuyorduk.
Audrey ve ben.
Ve huzursuzluk.
Aramıza sıkışmış halde.
“Sen benim en iyi arkadaşımsın, Ed,” dedi sonunda.
“Biliyorum."

Bir erkeği bu sözlerle öldürebilirsiniz.
Silaha gerek yok.
Mermiye gerek yok.
Sadece bu sözler ve bu sözleri söyleyecek bir kız ye­terli. (s. 152-153)
-
Kalp atışlarım kulaklarımda zonkluyordu. Önce  teza­hürat yapan bir kalabalık gibiydi, sonra sakinleşerek dizgin­siz bir alaycılıkla tebrik eden tek bir kişinin alkışına dönüştü.
Şak. Şak.
Şak.
Aferin, Ed.
Çok güzel vazgeçtin. (s. 168)
-
“Neden ben?” diye sordum, Tanrı’ya.
Bir şey söylemedi.
Güldüm ve yıldızları seyrettim.
Yaşamak güzeldi. (s. 211)