Sallanan sandalyede oturmuş, odadaki antika saatin
tik-taklarıyla eş zamanlı olacak şekilde bir ileri bir geri yavaş yavaş,
düşünceli bir şekilde sallanıyordu. Elinde tuttuğu nesneye dikkatle bakıyor,
ahşabın çıkardığı kulak tırmalayıcı gıcırtıları duymuyordu bile. Ne kadar
zamandır o odada oturduğundan emin değildi. Derin bir nefes aldı, ardından
elindeki heykelin neye benzediği konusunda tahminler yürütmeye devam etti.
Sahaf da bilmiyordu ne olduğunu, on gün önce rahmetli olan
yaşlı bir adamın kitaplarını almaya gittiğinde adamın torunu bu ahşap heykeli
de vermişti. Bunu da alın, bizim bir işimize yaramaz, dükkânınızda dursun süs
niyetine. Sahaf Hüseyin, önce almamaya niyetlense de sonra belki hanımının
hoşuna gider diye kabul etmişti.
Leyla hanım severdi ahşabı; metalin soğuğuna, camın
donukluğuna yeğ tutardı. Kolay kolay kırılmazdı da hem ahşap eşyalar.
Lisedeyken, onca dikkat etmesine rağmen, annesi Rukiye hanımın üzerine
titrediği cam biblolardan birini kırmış, annesinden yemediği azar kalmamıştı.
Oldum olası sakarsın sen, demişti, sevgisizce. Kesin baba tarafına çektin,
beceriksiz. Leyla hanım kızmamıştı annesine, üzülmüştü. Hep üzülürdü annesi
için. Umarım baba tarafıma çekmişimdir, derdi içinden.
Annesi uzun zaman önce, Leyla hanım iki yaşındayken, çok
sevdiği eşini kaybetmiş ve bu acıya katlanamayıp intihar etmek istemişti.
Üçüncü kattaki evlerinden aşağı atlamış, bacakları kırılmış, şükür ki
ölmemişti. Kalan ömrünü tekerlekli sandalyede geçiren Rukiye hanım, eşine
üzülmeye devam etmişti kaldığı yerden. Bu üzüntü onulmaz bir acıya, sonra da
nefrete dönüşmüştü. Ne diye öldün be adam? Ne diye öldün pis herif, derdi günde
bilinmez kaç sefer. Kızı Leyla da inadına babasını andırırdı. Leyla’yı sevmedi
Rukiye hanım, aklını da sevmedi, yavaş yavaş terk etti ikisini de. Cam
biblolara bakar oldu akan suya bakar gibi, türbe yaptığı evin dört bir yanına
camdan mumlar dikti sanki. Leyla ne yapsın, ergenliğiyle aniden büyüyen
kollarını bacaklarını koyacak yer bulamayınca kırdı cam biblolardan birini.
Ahşap iyiydi o yüzden, çok iyiydi. Eşi o şekilsiz ahşap heykeli getirince de
çok sevinmişti ama bu şekilsizlik, birkaç gün sonra onun huzurunu bozmuştu.
Düzeni severdi Leyla hanım, her şey birbiriyle dengede olmalıydı evde. Al götür
bunu bey, sevmedim, dedi eşine. Abuk sabuk bir şey bu, nereye koysam yakışmadı,
al götür koy dükkâna.
Hüseyin bey de vitrine koymuştu heykeli, üst üste dizilmiş
Brittanicaların üzerine. Melek, haftada en az üç kez uğradığı sahafa Perşembe
günü yine uğramış, yeni kitaplar geldi mi, diye sormuştu. Hüseyin bey, kızım
geçen toplu bir alım yaptım ama bilmem hoşuna gidecek bir şey var mı, demişti
bakır çaydanlığı ocağa koyarken. Melek, henüz raflara dizilmemiş kitap
yığınının yanına gitmiş, elleri tozdan kararana dek karıştırmıştı. Üç kitap
beğenmişti. 1970 basımı bir bilimkurgu öyküleri derlemesi, Hamlet’in eski bir
çevirisi ve Dini Bilgiler adlı yeşil bir kitap. Kitapların parasını ödeyip
dükkândan çıkacakken fark etmişti heykeli. Hüseyin amca, şu heykel de satılık
mı? Ne kadar? Al kızım, senin olsun demişti sahaf Hüseyin. Melek, hayır olmaz
öyle şey, parasıyla alacaksam alayım gibi boş laflar etmeyip, aralarındaki
samimiyete dayanarak kabul etmişti hediyeyi.
Şimdi de dikkatli dikkatli bakıyordu heykele. Ne acaba bu?
At desen, değil, insan figürü desen, değil, dalgaya benziyor biraz, şu
kıvrımlar falan, sanki bir örtü gibi, evet evet, örtü bu, altında bir şey var?
Ne acaba? Melek’e göre ne olduğu hemen belli olan sanat eserleri zamanla sıkıcı
bir hal alıyordu. O yüzden severdi böyle belirsiz şeyleri. Kapalı şiirleri,
gizemi zor çözülen öyküleri, anlaşılmaz resimleri. Godot'yu Beklerken’i
defalarca izlemişti. Üniversitedeyken tiyatro topluluğunun sergilediği o
acemice oynanmış haline bile bayılmıştı.
Üniversite yılları çok güzel geçmişti. Çok da hızlı. Mezun
olur olmaz yüksek lisansa başlamış, zamanla yardımcı doçent olmuştu. Hiç
evlenmemişti. Ama bir adamı sevmişti. Semih’le bu evi kiralarken tanışmıştı.
Evin sahibinin oğluydu. Kiraya dair konuşurlarken âşık olmuştu adama.
Konuşması, kaşlarını oynatışı, sakalı, gözlerinin iriliği, sesinin tonu Melek’i
hayran bırakmıştı. Semih de Melek’i sevmişti. Kadının seçtiği sözcüklere hayran
olmuştu o da. Herkesi güzelliği için sevebilirdi insan. Ama aklı için
sevilebilecek çok az insan vardı yeryüzünde. Melek’in aklını sevdi Semih; Melek
de Semih’in sıcaklığını, ona sarılışını sevdi.
Semih, öldü. Neden öldüğünü kimse anlamadı. Yaşlı değildi, 42 yaşındaydı
öldüğünde. Hiçbir sağlık sorunu da yoktu. Ölüm nedeni belirsizdi. Semih ölünce
Melek ağlamadı, cenazesine de gitmedi. O evi satın aldı. Bütün eşyaları attı.
Yerlerine ikinci el eşyalar aldı. Sigaraya başladı. Kimseyle Semih hakkında
konuşmadı. Arkadaşlarından da yavaş yavaş uzaklaştı. İçine kapandı.
Üniversitede ders veriyor, ardından doğruca eve geliyor, yol
üstündeki sahafa uğruyor, okusa da okumasa da iki-üç kitap alıyordu. Eski
kitaplar. Toz kokusu sinmiş kitaplar. Kapağındaki harfleri silinmiş, adları
belirsiz kitaplar. Bazen çalışma masasına geçip bir şeyler yazmaya çalışırdı.
Bazen hiçbir şey yapmadan şekersiz kahveyle sigara içerdi. Kahve kupasını
yazdığı kâğıtların üzerine bırakır, her seferinde önceki kahveden yadigâr
kurumuş lekeye denk getirmeye çalışırdı kupanın tabanını.
Heykel hala elindeydi, hala heykele bakıyordu, bakışlarını
bir kıvrıma sabitleyip. Örtünün altındakileri hayal ediyordu. Birbirine sıkıca
sarılmış iki insandı belki. İki âşık, iki dost, iki akraba, iki küçük çocuk. En
son bir insana sarılalı yedi yıl olmuştu. Yedi soğuk yıl. Sandalyeden kalktı.
Heykeli çalışma masasına koydu. Evindeki her şey gibi masa da eskiydi. Eski,
sade, dingin. Pencereye doğru yürüdü, pencereyi açtı. Sigarasını almak için
yeniden çalışma masasına gitti. Bir sigara yaktı, bir nefes çekti, heykeli
eline aldı, örtünün altındakileri düşündü. Dumanı heykele doğru üfledi. Sanki
altındakiler rahatsız olup çıkacaklarmış gibi. Bekledi. Bir şeyler olmasını
bekledi. Bir şeyler olmasını istedi. Bekledi. Bekledi. Sigaranın külü
birikmişti. Düştü düşecekti. Bekledi. Hiçbir şey olmadı. Sadece saatin
tik-takları.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder