12 Mayıs 2013 Pazar

Ay-na - Bülent Özgün


Canın çok acıyor. Sürekli. İçinde büyüyen bir şey, kendine yer açmaya çalışırken, gün geçtikçe organlarını teker teker sıkıştırıyor sanki. Karnın iyice şişmeye başladı. O iğrenç herifin getirdiği çiğ etlerden ne kadar çok yesen de doymuyorsun. Sürekli açsın. Sana neler oluyor bilmiyorsun. Bazen dayanamayıp kusuyorsun ama birden tekrar bastırıyor o et açlığı. İğrenç bir çakal gibi saldırıyorsun etlere. Ağzın burnun kana bulanıyor. Eline ne gelirse yiyorsun: Mide, bağırsak, ciğer, kulak, göz… Çoğunlukla kırmızı et oluyor. Arada bir de tavuk. Bazen o adi herif parçalamadan getiriyor onları. Dişlerinle parçalamaya çalışıyorsun, yapamıyorsun. O açlık öyle baskın ki şimdiden iki dişini kırdın. Canın çok acıyor. Ölmek istiyorsun. Yoruldun bu açlıktan ve acıdan.

Her şey o gün başladı.



Arada bir olduğu gibi ana yola çıkmıştın. Orası daha tehlikeli olmasına rağmen daha işlekti. Beklemeye başladın. Gece pürüzsüzdü. Hava her zamankinden daha açık ve temizdi. Ay, kusursuz bir melek halesi gibiydi. Parlak ve sıcak. Ama yine de farklı bir şey vardı. Garip, anlatılamaz bir şey. Sanki ay, seni uyarıyor, bir musibetle tehdit ediyordu. İlk iki arabadan iş çıkmadı. Birinci arabada kel, kırk beş yaşlarında bir memur vardı. Pek paspaldı, cimri gibi duruyordu. Fiyatı yüksek verdin, basıp gitti. İkinci arabada iki genç vardı, yakışıklılardı, arabaları da güzeldi ama birinin yüzünde derin bir bıçak izi vardı. Korktun. Sesini kalınlaştırıp travesti taklidi yaptın, tüydüler. On-on beş dakika hiç kimse durmadı. Sonra gece mavisi bir audi durdu önünde, filmli cam aşağı doğru inerken melek yüzlü bir delikanlı, koyu gözleriyle seni süzdü. Siyah, iyi dikimli bir takım vardı üzerinde, kravatı yoktu. Saçları uzundu, arkadan bağlamıştı. Çenesi şekilliydi. Otomatik vitesi tutan eli, zarif ve kuvvetli görünüyordu. Arabanın içi düzenli ve temizdi. Cama doğru yaklaştın.

“Merhaba yakışıklı”

“İyi geceler, hemen arabaya binin.”

“Bu ne acele hayatım, kaç gündür iş tutmuyorsun?”

“Konuşmayın, yirmi kat fazla ödeyeceğim. Şimdi hemen arabaya binin.”

Aceleci ama yine de kibardı. Emir vermiyordu, daha çok bir ihtiyacının giderilmesi için istekte bulunuyor gibiydi. Yirmi katı! Çok iyi paraydı, bunu kaçıramazdın. Tüm gece çalışmana gerek kalmayacaktı. Bu azgın, yakışıklı, esmer delikanlıyla işin bittikten sonra evine gidip, rahatça uyuyabilirdin. Belki ertesi gün, Ev’e payını verip bir günlük izin bile koparabilirdin. Güzel bir yemek yer, sonra sinemaya giderdin belki. Hemen atladın arabaya.

Koltuklar oldukça rahattı ve araba dışarıdan göründüğünden daha temizdi. Yirmi dakika süren yolculuk boyunca, delikanlı hiç konuşmadı, sorularını başını sallayarak geçiştirdi. Vazgeçer korkusuyla fazla soru da sormadın. Büyük, pahalı bir otelin önünde durdunuz. Rahatlamıştın. Otel olması iyiydi, daha güvenliydi. Delikanlı inip sabırsızca kapını açtı. Hemen çıktın, neredeyse koşar adım içeri girdiniz. Görevli hemen asansörü çağırdı, delikanlıya başka bir isteği olup olmadığını sordu. O da küçük ve sert bir el hareketiyle görevliyi defetti. Görevli neredeyse yeri öpecek kadar eğilerek, reverans yapıp ayrıldı yanınızdan. Asansöre binip otuz yedinci kata çıktınız. Sağdan ikinci odaya girdiniz. Delikanlı hemen soyunmaya başladı. İşveli gözlerle onu süzdün.

“Çok acelecisin bebeğim, önce bir şeyler içsek, biraz sakinleşirsin.”

Delikanlı, çoktan gömleğini çıkarmıştı. Dümdüz bir yüzle, sana baktı.

“Konuşmayın, soyunun, eğer şartlar sizin için uygun değilse gidebilirsiniz”

Dikkatli olmalıydın. Çeneni tutmalıydın. Çok para. Rahat bir uyku, bir günlük tatil, sinema…

“Tamam, canımın içi kızma!”

Soyunmaya başladın. Rengi atmış elbisenin düğmelerini hızla açtın, bacaklarına doğru sıyırıp çıkardın. Kirden grileşmiş ve lime lime olmuş sutyenini çıkarıp bir kenara attın. Bu sırada delikanlı çoktan anadan doğma olmuştu. Bedeni kusursuzdu. Bronz bir Herakles heykeli gibiydi. Tüm duvarı kaplayan camdan rahatça görülebilen o güzelim dolunayın dörtte biri, delikanlının sağ omzunun arkasında belirmişti. Gümüş kalkanı sırtında, yiğit Herakles’in tek kusuru, sağ kolunun iç tarafındaki küçük, yarım bir çembere benzeyen yara iziydi. Katran kara külotunu da yavaş yavaş çıkardın, yoksa elinde kalırdı o eski püskü şey.

Vücudundaki, eski işlerden kalma izleri gizlemeye çalışarak, yavaş ve tutuk adımlarla delikanlının yanına gittin. Ellerini kaslı göğsüne bastırıp, parmak uçlarında yükselerek ona ateşli bir öpücük bağışlayacaktın ki, delikanlı yüzünü yana çevirdi.

“Öpmeyin. Buna gerek yok.”

“Ne!”

“Yatağa yüzüstü yatın, yeter.”

Altı yıldır karşılaştığın onca sapkın tavırdan sonra bu istek senin için çocuk oyuncağıydı.

O yumuşacık yatağa yüzüstü uzandın ve bekledin.

“Ben bitti diyene kadar sakın arkanızı dönmeyin.”

“Tamam, tatlım. Sen yeter ki iste.”

Beş dakika boyunca hiçbir şey olmadı. Delikanlıdan garip hırıltılar gelmeye başlamıştı.

Sonra ani bir hareketle üzerine yattı, omuriliğinde yoğun bir acı hissettin.

Sabah kalkıp kendini bu iğrenç yerde bulduğunda en son hatırladığın şey o acıydı.

Hiç penceresi olmayan bu beton odada günlerdir belki de haftalardır yaşamaya çabalıyorsun. Tependeki zayıf ışık dışında başka aydınlatma yok. Yatman için sana verilen süngeri saymazsan oda bomboş. Etrafta çürümüş et parçalarından yayılan iğrenç bir koku var. Miden bulanıyor. Zemin ve duvarlar soğuk. Yer ıslak. Kan ve sidik her yerde. Organından yeşil bir su akıyor. Sürekli dışkını yaptığın köşe, oğul oğul sinekle dolu. Acın dayanılmaz halde. Koluna baktıkça insanlığından ne kadar uzaklaştığını görüyorsun. Yaklaşık on ya da on beş gün önce, bu güneş görmeyen yerde günleri hesaplamak çok zor, o piç herif et getirmeyi kesince ete duyduğun özlem ve açlık, seni çıldırtmaya başladı. Dört gün sabretmeyi başardın ama beşinci günün sabahında ya da gecesinde sol kolunun büyük bir bölümünü yedin. Çığlıklar ata ata, acıyla doygunluğun birbiriyle yarıştığı bir cehennemi yaşadın. Bilincini yitirdin. Ayıldığında kolundan geri kalanının sarıldığını gördün. Sargı bezinin üstünde küçük kan lekeleri belirmişti. Şimdi yara çok kötü durumda, kurtlanmaya başladı. Çok acıyor. Bedeninin her uzvu, her köşesi gibi. Sağ kolunda birkaç gün önce belirmeye başlayan ve şimdi çok seçik olan bir yara var. O piç herifin kolunda gördüğün yarım çember işaretinin aynısı. Acımaya başladı. İltihaplı ve kurtlu yaralarınla kıyaslarsan pek acımıyor aslında. Hafif bir zonklama. Buraya geldiğinden beri kendi çığlıklarına eşlik eden başka çığlıklar duyuyorsun. Diğer odalardan gelen çığlıklar. Delirmenin eşiğinde onlarca kadın. Açsın. Açsın. Açsın. Ne zaman gelecek bu piç herif! İşte anahtar tıkırtıları. Kapı açılıyor.

“Piç!”

“Bu kadar sinirlenmene gerek yok, teşekkür etmelisin bana. Bak, sana ne getirdim.”

Elinde, üzeri hala kanlı ve tüylü bir tavuk tutuyor. İğrenç. Güzel. Miden bulanıyor. Lezzetli. Açsın. Kusmak istiyorsun.

“Onu bana ver!”

“Al bakalım. İçecek ne istersin?”

“Orospu çocuğu!”

“Çok kibarsın.”

Önüne attığı beyaz et kütlesini kaptığın gibi kemirmeye başlıyorsun. Ne güzel. Doymak ne güzel. Avurdun etle dolu. Zihninde bir an insani bir duygu beliriyor. İlk kez. Merak.

“Neden buradayım? Beni neden burada tutuyorsun? İçimdeki şey ne? Sen kimsin, benden ne istiyorsun? Neden sürekli et yemek istiyorum? Yalvarırım anlat, ne yaptın bana?”

Uzun iğrenç bir kahkaha atıyor.

“Sen bir taşıyıcı annesin. Öyle deniyor değil mi?”

“Ne?”

“İçinde benim tohumumu taşıyorsun. Meraklanma, o doğduktan sonra tüm acıların sona erecek. Sonsuza dek.”

“Anlamıyorum, nasıl bir hamilelik bu? Karnım acıyor. Çok acıyor. Sürekli açım.”

“Çok basit. Aşeriyorsun. Ete.”

“Ne demek bu? Çok acı çekiyorum. Bu acı neden, niye ben?”

“Bizler, Ay’ın halkı Dyganlar, yüzyıldır sizin dünyanızda yaşıyoruz. Sizin kılığınızda. Asırlar önce başlayan Büyük Buhran yüzünden soyumuz yok olmanın eşiğine geldi. Ay’daki kaynaklar tükendi. Açlık, sefalet ve kargaşa başladı. İsyan ve yağma her yanı sardı. Krallıklar çöktü. Herkes yok oluşu çaresizce beklerken ilim adamlarımız eski yazmalarımızın şifresini çözüp Kurtuluş’un anlatıldığı kehaneti ortaya çıkardılar. Yeni bir yaşam alanı ve evrim gerekliydi. Melez bir ırk meydana getirmeliydik. Bizler sizin dünyanızda fazla yaşayamıyoruz. Kırk ya da elli gün. O yüzden siz insan kadınlarla birleşip dayanıklı bir nesil meydana getirmeliydik. Sen ve komşuların bu yüzden seçildiniz. Sizden önce ve sizden sonra seçilecek binlerce kadın gibi. Bir dolunayda ekilen tohum, diğer dolunaya kadar olgunlaşır. Benden nefret ediyorsun, biliyorum; ama merak etme ben de seninle birlikte öleceğim. Neslimizin devamı için ödenmesi gereken küçük bir bedel.”

Yanına doğru yaklaşıp sağ koluna bakıyor.

“Hımm. İz belirmeye başlamış. Doğumayı bitmek üzere. Yarın akşama doğru, yavrum seni parçalayıp, bana gülümseyecek. Onunla birlikte yalnızca birkaç saat yaşayacak olmam ne acı.”

Sonra hiç bir şey söylemeden çıkıp gidiyor. Anlamıyorsun. Hissedemiyorsun. Ağlayamıyorsun. İçindeki açlık, bedenindeki acı, şu ana ve geleceğine dair tüm endişeleri önemsiz kılıyor. Etine geri dönüyorsun.

Doydun.

İçindeki şey hareket ediyor.

Uykun var.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder