30 Mart 2012 Cuma

The Beggar and the Diamond / Takdir-i İlahi - Stephen King

YAZARIN NOTU: Bu küçük öykü -aslı bir Hindu kıssasıdır- bana ilk kez New York, Scarsdale’li Bay Surendra Patel tarafından anlatıldı. Serbest bir uyarlama yaptım ve başkarakterlerin Efendi Şiva ve karısı Parvati olduğu öykünün asıl halini bilenlerden özür diliyorum.

Günlerden bir gün, başmelek Uriel asık suratla Tanrı’nın huzuruna çıktı. Tanrı “Ne o, canını sıkan bi’şey mi var?” diye sordu.

“Çok üzücü bi’şey gördüm,” diye yanıtladı Uriel, ve sonra ayaklarının arasını gösterdi. “Aşağıda”

“Yeryüzünde mi?” diye gülümseyerek sordu Tanrı. “Amaan, orada üzüntüden bol ne var! Eh, bi’ bakalım neymiş?”

Birlikte eğildiler. Bir hayli aşağıda, Chandrapur’un arka mahallelerinde, bir kır yolunda ağır aksak ilerleyen pejmürde bir beden gördüler. Pek zayıf bir adamdı, bacakları ve kolları yara bere içindeydi. Köpekler onu sürekli kovalıyorlardı, havlıyorlardı; ama adam, topuğundan ısırdıkların da bile dönüp değneğiyle onlara vurmuyordu; sadece, sağ ayağının üstüne basa basa, güçlükle yürümeye devam ediyordu. Bir anda bir sürü güzel yüzlü besili çocuk, yüzlerinde habis gülümsemelerle, büyükçe bir evden taşarak çıktılar ve zavallı adam elindeki boş dilenci çanağını onlara uzattığı vakit onu taşa tuttular.

“Defol git, seni iğrenç şey!” diye bağırdı bir tanesi. “Tarlalara defol ve geber!”

O an, başmelek Uriel gözyaşlarına boğuldu.



“Geçti, geçti” dedi Tanrı, Uriel’in omzunu tapıklayarak. “Senin, daha sert mizaçlı yaratıldığını sanırdım.”

“Kuşkusuz, öyleyim.” dedi Uriel, gözlerini silerken. “Sadece şu var, aşağıdaki adamcağız, yeryüzünün tüm evlatlarının başına gelmiş ne musibet varsa üzerine yüklenmiş sanki.”

“Elbette ki öyle” diye yanıtladı Tanrı. “O Ramu, ve bu onun görevi. O öldüğünde bu görevi başkası devralacak. Şerefli bir iş bu.”

“Belki öyledir” dedi Uriel, gözlerini bir ürperti bürümüştü. “Ama yine de onu böyle görmeye dayanamıyorum. Onun kederi yüreğimi kapkara kesiyor.”

“Karanlığa izin yok burada” dedi Tanrı, “ve madem öyle, onu sana getiren ne varsa değiştirmek için tedbir almalıyım. Bak buraya, benim iyi yürekli başmeleğim.”

Uriel baktı ve Tanrı’nın, elinde tavuskuşu yumurtası büyüklüğünde bir elmas tuttuğunu gördü.

“Bu büyüklükte ve nitelikte bir elmas, geri kalan yaşamı boyunca Ramu’yu ve yedi göbek sonrasına kadar sülalesini doyurur.” diye belirtti Tanrı. “Doğrusunu istersen, bu dünyanın en saf elması. Şimdi… bi’ bakalım…” Dizlerini tutarak öne doğru eğildi, elması iki seyrek bulut arasından dışarı uzattı ve aşağı bıraktı. O ve Uriel, Ramu’nun gideceği yolun tam ortasına çarpana kadar, pürdikkat elmasın düşüşünü izlediler.

Elmas öyle büyük öyle ağırdı ki Ramu, daha genç bir adam olsa, elmasın yere çarpışını kesin duymuştu; ama son birkaç gündür kulakları bir hayli kötüye gitmişti; ciğerleri, sırtı ve böbrekleri gibi. Sadece gözleri, yirmi bir yaşındayken olduğu gibi keskindi.

İlerde bir yerde, puslu günışığı içinde parıldayan ve ışıldayan o iri elmastan bihaber, yoldaki bir tümseği aşmaya çalışırken Ramu, derin bir iç çekti… Sonra durdu, değneğinin üzerine eğildi, çünkü bu iç çekiş bir öksürük nöbetine dönüşmüştü. Öksürükten kurtulmak için iki eliyle değneğinden güç aldı ve tam rahatlıyordu ki -eski, kurumuş ve neredeyse Ramu kadar harap olmuş- değnek, Ramu’yu tozun toprağın içine düşürerek, kuru bir çatırtıyla ikiye bölündü.

Ramu gökyüzüne bakarak ve Tanrı’nın neden bu kadar zalim olduğunu düşünerek yere uzandı. “Çok sevdiğim herkesten daha uzun yaşadım,” diye düşündü “ama nefret ettiklerim hala hayatta. Öyle yaşlandım öyle çirkinleştim ki köpekler bana havlıyor, çocuklar beni taşlıyorlar. Son üç aydır kırıntılar dışında yiyecek hiçbir şeyim yok; on yıldır, belki de daha fazla, aile ve arkadaşlarla yenilen temiz bir yemek de nasip olmadı. ‘Benim’ diyebileceğim bir evim olmadan avare avare dolaşıp duruyorum yeryüzünde; bu gece bir ağacın altında ya da beni yağmurdan koruyacak bir damı olmayan çalıdan bir çitin içinde uyuyacağım. Yaralarla kaplıyım, sırtım ağrıyor ve işerken, kan görmenin doğal olmadığı yerde kan görüyorum. Yüreğim dilenci çanağım kadar boş.”

Ramu, yaklaşık on sekiz metre uzaklıkta, onun hala-keskin gözlerinden dünyanın en büyük elmasını saklayan bir kum tepesinin varlığından bihaber, yavaşça ayağa kalktı ve puslu mavi gökyüzüne baktı. “Tanrım, ben ne bahtı kara biriyim” dedi. “Senden nefret etmiyorum, ama bana sırt çevirmenden korkuyorum, ya da herhangi birimize.”

Bunu dedikten sonra kendini daha iyi hissetti ve zorlu yürüyüşüne devam etti, sadece bir ara, kırılan değneğinin uzun parçasını yerden almak için durdu. Yürürken kendi kendini suçlamaya başladı, nankörce yakardığı ve kendine acıdığı için.

“Minnettar olmamı gerektirecek birkaç şeyim olduğu için,” diye düşündü. “bugün olağanüstü güzel bir gün; bir şeye şükretmeliyim, birçok açıdan kaybetmeme rağmen, gözlerim hala keskin. Kör olsam, nasıl korkunç bir durumda olurdum!”

Nasıl olacağını görmek için, Ramu gözlerini sıkıca kapattı ve öne doğru uzattığı kırık değneğinin eşliğinde, kör bir adamın değneğiyle yaptığı gibi, ayaklarını sürüye sürüye ilerledi. Karanlık korkunç ve boğucuydu; insan ne yapacağını şaşırıyordu. Kör olsa, nasıl hareket edeceğine ya da yolun bir tarafından diğerine nasıl geçeceğine ve su kanalına düşüp düşmeyeceğine dair hala bir fikri yoktu. Böyle bir düşüş sırasında yaşlı ve kırılgan kemiklerine ne olacağı düşüncesi onu korkuttu, ama gözlerini sıkıca kapalı tutmaya ve hızla ilerlemeye devam etti.

“Ancak bu, şükürsüzlüğünün devası olabilir, yaşlı dostum!” dedi kendi kendine. “Günün geri kalanını bir dilenci olduğunu ama en azından kör bir dilenci olmadığını hatırlayarak geçireceksin ve mutlu olacaksın”

Ramu yolun her iki tarafındaki kanalın içine doğru gitmedi, ama tümseğin üzerinden aşarken yolun sağ tarafına doğru kaymaya başladı ve böylece yerde, tozun içinde kor gibi parlayan kocaman elması geçip gitti; sol ayağı, elması beş santimle kaçırdı.

Yirmi yedi- yirmi sekiz metre sonra Ramu gözlerini açtı. Parlak gün ışığı gözlerine hücum etti; zihnine hücum ettiği gibi. Memnun bir şekilde tozlu mavi gökyüzüne, tozlu sarı tarlalara, yürüdüğü yolun üzerindeki dövülmüş gümüş rengi izlere baktı. Bir kuşun bir ağaçtan diğerine geçişini gördü, bir kahkaha savurdu ve bir kez bile arkasını dönüp hemen ardında duran koca elması görmemesine rağmen, yaraları ve ağrıyan sırtı hatrından çıkmıştı.

“Tanrı’ya şükür görüyorum!” diye haykırdı. “En azından bunun için Tanrı’ya şükür! Belki yolda değerli bir şey görürüm –pazarda para edecek eski bir şişe, ya da belki bir bozukluk- ama görmesem bile olanla yetineceğim.”

Ve Ramu, oldukça memnun, tekrar yola koyuldu, geride elması bırakarak. O zaman Tanrı yere doğru uzanıp elması yukarı çekti ve onu aldığı yere, Afrikada bir dağın ardına, geri koydu. Sonradan aklına bir şey gelmişçesine (Tanrı’nın aklına sonradan bir şey gelebileceğini söyleyebilirsek), bozkırdan bir demirağaç dalı kopardı ve onu Chandrapur Yolu’na attı, elması attığı gibi.

“Aradaki fark,” dedi Tanrı, Uriel’e. “dostumuz Ramu, o dalı bulacak ve geri kalan günlerinde o dal ona bir değnek olarak hizmet edecek.”

Uriel, Tanrı’ya belli belirsiz ( herhangi biri –başmelek bile olsa- o ışık saçan yüze ne kadar bakabilirse o kadar) baktı. “Bana bir ders verdiniz, değil mi Yüce Efendim?”

“Bilmem“ dedi Tanrı, uysalca. “Öyle mi yaptım?”

Çeviren: Bülent Özgün

Metnin aslı için buraya bakınız.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder