23 Nisan 2015 Perşembe

Kılavuz - Bilge Karasu



Kılavuz
Bilge Karasu

Metis Yayınları
1990

Bilge Karasu: Kitaplığımda uzun süre bekleyen başka bir yazar. Zordur deyip bekletiyordum, gün gelir layıkıyla okurum, diyordum. Bir soluk çekiverdim kitaplıktan ve bir soluk bitti.

Bilge Karasu, Vüs’at O. Bener gibi farklı bir söz diziminin, farklı bir sesin yazarı. Kılavuz da garip bir kitap.

Uğur’un düşünden uyanışıyla açılıyor hikaye. Olanı biteni onun bakışından görüyoruz. Düşten uyanıp gerçekliğe gazete üzerindeki ilanları okuyarak geçiyor. Gözüne, yaşlı bir adama refakatçi arandığına dair bir ilan ilişiyor. Olur, diyor. Telefon açıp buluşuyor Yılmaz bey ile. Yılmaz bey, ilanı veren kişi. Bir süreliğine şehir dışına gideceği için amcası Mümtaz beye arkadaşlık etmesini istiyor Uğur’dan.

Hemencecik güvenip Uğur’a terk ediyor evi Yılmaz bey. Mümtaz bey ertesi gün gelecek. Bir de taksici var, İhsan. Sıklıkla çağırılan bir taksici. Kendisinden beklenmeyen bir yakınlıkla Uğur’la muhabbete giriyor.
Zamanla Mümtaz bey, Uğur ve İhsan’dan oluşan üçlü bir dostluk ortaya çıkıyor. Uğur arada bir karaladığı metinleri Mümtaz beye okutuyor. O metinlerde Uğur’un düşleri ve zaman zaman bu düşlerin gerçeğe sıçrayışı var.

Güvenilmez bir anlatıcı olan Uğur'u pek anlayamıyoruz. Anlattıkları kesin olmuş mu bilemiyoruz. Geçmişinden pek bahsetmiyor, karabasan denmeyi hak eden düşlerinde ölmesi gerektiği vurgulanıyor. Uğur, Bülent adında bir arkadaşının ölümüne sebep olduğuna inanıyor. Bülent, Uğur’a bir sebepten kırılıp gitmiş ülkeden, orada kanser olmuş. Bu düşlerin verdikleri dışında nasıl bir kişiliği var ancak diyaloglardan anlıyoruz.

Aynı belirsizlik hem Mümtaz bey hem de İhsan için var. Hepsi de hem okuyucuyu hem birbirlerini şaşırtan sözler söylüyorlar.

Kitabın geneline sirayet eden bir belirsizlik hali var. Bir yandan üç adamın arasındaki gerilimsiz ilişki bizi rahatlatırken diğer yandan sohbetlerinde ortaya çıkan ölüm, intihar gibi konular tedirginlik yaratıyor.
Tüm bunların yanında Yılmaz beyin gizemli tavırları da var. Eve gelişiyle birlikte üçlünün huzuru bozuluyor. Tavırlarından üçü de anlam çıkaramıyor.

Bu kadar belirsizliğe rağmen kitap kendini büyük bir hızla okutuyor. Gizemin peşinden nefes nefese gidiyorsunuz. Bilge Karasu’nun söyleyişi farklı, kelime seçimleri alışıldık değil ama bunlar hızı kesmiyor.

Hızla takip edilen gizemin ötesinde yazar var olmaya, ölmeye, yazmaya, kurguya, oyunlara dair çıkarımlar sunuyor. Kendi adıma bunların hepsini yakaladığımı sanmıyorum;  ama bu benim hikâyeden ve dilden keyif almamı engellemedi.

Gelelim Karasu’nun diline:

Karasu’nun dili okurluğunuzu yeni baştan ele almanızı gerektiren yeniliklerle dolu. Örneğin, kitabı okurken fark etmesek de Karasu, çağdaşı O. Bener gibi “ve” bağlacını hiç kullanmıyor. Bunu çocukça bir karşı duruş olarak yapmıyor tabi. “Ve”nin yokluğunu anlamıyorsunuz bile.

Sonra kimi sert sessizleri kendince yumuşatması var:

“düşteki adamı görmeğe başladı.”
“Yemeğini, südünü vermeğe davrandığımda yanımda bitiverir.”

Ve Vüs’at O. Bener ile Bilge Karasu’nun en sevdiğim yanı: Az bilinen Türkçe kelimeleri metinlerinde kullanmaları ve kimi sözcüklere farklı yaklaşmaları:

Karasu’nun “Savut, şıpınişi, yolak, yedmek, esenleşmek” gibi sözcükleri kullanması.
Yahut “anımsamak” yerine “ansımak”, “kımıldamak” yerine “kıpışmak”, “eziyet” yerine “üzgü”, “ritim” yerine “düzün” sözcüklerini tercih etmesi dilin sıradanlığını kırıp yeni bir bakışla dilimize yaklaşmamızı sağlıyor. Bu sözcükler yazarın uydurduğu sözcükler değil, Türkçe’mizde az tercih edilenler.

Ve birkaç alıntı:

“Kaygı da korku gibi kendi memesinin oburudur.” s. 23-24

“Sözünün uzunluğundan ürkmüş gibi duruverdi.” s. 83

“İnsanların, mutlu oldukları için bu mutluluğun içindeyken canlarına kıydıkları olur mu?” s. 86

“Yarasalar, baykuşlar, kediler, gece karanlığının yaratıkları güçsüzlük anlarımızın uğursuz düşmanları, öncesiz bir korkunun kapkara ışınlarıyla çevreliyordu uyuyan adamı.
'Usun uykuya dalması...' diyordu resmin altında Goya, '... canavarlar üretir.' “ s. 99

“Ne var ki, bu durumda bile, ancak bir kez yapılabilecek bir şeyin ‘vakti gelmişliğine’ karar vermek güç olsa gerek. Kaldı ki canına kıymayanın, kıymadığı sürece de olsa, canına kıyandan uzaklığı, hiçbir zaman kapanmayacak, kapanmak ne! Hiç kısalmayacak bir aralık… Bilmemiz, olanaksız bir şey.  Bildiğimizde de…” s. 125

"Biraz sonra, 'Asıl mutluluk bu olsa gerek,' dedi, 'ulaşmağa can attığımızın biraz öncesi…' " s. 131

21 Nisan 2015 Salı

Hiç Kimse Sıradan Değildir - Markus Zusak

Hiç Kimse Sıradan Değildir
(I am the Messenger)
Markus Zusak

Çeviri: Selim Yeniçeri

Martı Yayıncılık
Temmuz 2012
460 Sayfa


Sıcak bir kitap. Mutlulukla okudum. Sade ama güçlü.

Ve müthiş bir hızla okunuyor.

-
“Biliyorum,” dedi kız. “Ed Kennedy.” Sesi tiz ama yu­muşaktı;
o  kadar  yumuşak ki insan içine yuvarlanabilirdi. (s. 83)
-
"Evet, iyi  şanslar, Sophie,” dedi babası.
Sophie.
Hoşuma gitmişti.
İsmi zihnimde dikkatle kızın yüzüne yerleştirdim.
Uyum mükemmeldi. (s. 86)
-
Sabahlar el çırpıyor gibiydi.
Beni uyandırmak için. (s. 97)
-
Ama hâlâ bekliyordum.
Kapı biraz daha açıldı ve karşımda biri belirdi. Küçük kız.

Kız önümde durmuş, yumruğuyla gözünü uykunun esa­retinden  kurtarmaya çalışıyordu. (s. 101)
-
Her şey dökülmüş süt gibi ağzımdan saçılıyordu. (s. 152)
-
Sadece oturuyorduk.
Audrey ve ben.
Ve huzursuzluk.
Aramıza sıkışmış halde.
“Sen benim en iyi arkadaşımsın, Ed,” dedi sonunda.
“Biliyorum."

Bir erkeği bu sözlerle öldürebilirsiniz.
Silaha gerek yok.
Mermiye gerek yok.
Sadece bu sözler ve bu sözleri söyleyecek bir kız ye­terli. (s. 152-153)
-
Kalp atışlarım kulaklarımda zonkluyordu. Önce  teza­hürat yapan bir kalabalık gibiydi, sonra sakinleşerek dizgin­siz bir alaycılıkla tebrik eden tek bir kişinin alkışına dönüştü.
Şak. Şak.
Şak.
Aferin, Ed.
Çok güzel vazgeçtin. (s. 168)
-
“Neden ben?” diye sordum, Tanrı’ya.
Bir şey söylemedi.
Güldüm ve yıldızları seyrettim.
Yaşamak güzeldi. (s. 211)