13 Ekim 2014 Pazartesi

Yürek Yükü

Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde, zaman ki bilinmezin içinde, iyiliğin kötülükten daha çok görüldüğü, çocukların seslerini neşenin bürüdüğü zamanların birinde, bir köyün patika yolundayız şimdi. Siyah saçları geceden daha siyah, ak tenli, peri gözlü bir kız yürüyor patikada. Yanında babası, birlikte gecenin içinden evlerine gidiyorlar. Kızın güzel yüzüne yorgunluğun örtüsü düşmüş, gülümseyişi zar zor görülüyor. Mutsuz değil ama. Yorgun sadece. Hayata güzel bakan ruhu olmasa yürüyecek takati yok. Ara sıra babasına gülümsüyor, ona geçmişteki güzel günlerden gelecek güzel günlere uzanan öyküler anlatıyor. Her gece yapar bunu. Çalıştıkları tarladan eve kadar uzanan o uzun yol, konuşmadan çekilmez yoksa. Babası da dinliyor kızının billur sesini. Kızına her bakışında gurur taşıyor gözlerinden. Yavaş yavaş yaklaşıyorlar küçük ama sıcak evlerine. Kapının önünde, anne yine. Baba ile kızın o karanlık yollardan sağ salim eve döndüklerini görmezse içi rahat etmez çünkü. Her zamanki gibi öpüyor kızını, kız da sevgiyle sarılıyor anacığına. Yemek hazır, mis gibi kokular geliyor içerden. Kızın kardeşleri çoktan oturmuşlar sofraya; ellerinde kaşıklar, bekliyorlar, babalarını, ablalarını:
“Hoş geldiniz baba, abla!”

Yemekler soğumadan başlamalı. Anne, peygamber adaletiyle koyuyor yemekleri. Masanın ortasında da kocaman bir testi, bir bakır bardak. Çünkü anne biliyor kızının ve kocasının sıcaktan kavrulduklarını. Gece serinliği düşse de nefeslerine, suya doyamazlar ikisi, biliyor. Yine az yiyor ipek saçlı kız. Sanki tüm gün o çalışmamış, onca tarlayı o ekmemiş. Yemeğinden birkaç kaşık alıp kalkmaya yeltenince babası kızgın kızgın bakıyor kızının gözlerine. Kızgın dediysek o şefkat yüklü yürek ne kadar kızgın olabilirse o kadar. Babasından korktuğu için değil, onu çok sevdiği için birkaç kaşık daha alıyor kız, en sevdiği yemekten. Annenin ruhu kıza bitişik olduğu için, neredeyse her gün kızın içinden geçen yemekler konuluyor sofraya. Anne merhamet dolu bakıyor kızına:
“Güzel kızım, yavrum, neden yemiyorsun, nasıl çalışacaksın yarın? Hadi kuzum ye biraz daha.”

3 Ekim 2014 Cuma

Tatar Çölü - Dino Buzzati



Tatar Çölü
(Il deserto dei Tartari)
Dino Buzzati


Çeviren: Nihal Önol

Kitaplığımın kuytu bir köşesinde bekleyen Tatar Çölü'nün ne ismini, ne kapağını ne de bende bulunan baskısının durumunu beğeniyordum. Yıllarca durdu öyle orada. Eskimiş kapağına ve yapıştırıcımla zar zor toparladığım sayfalarına baktıkça okuma keyfim kaçtı. Ta ki ukitap.com'da birinin bir Neil Gaiman kitabı karşılığında Tatar Çölü'nü istediğini görene kadar. Takas vermeden okuyayım bari deyip giriştim kitaba.

Böyle başladım bu güzel kitaba. Dino Buzzati'ni sizi bir anda içine alıveren büyülü diline böyle kapıldım. Kafka'nın sunduğuna benzer kapalı ve bunaltıcı bir mekanda, bir kalede geçiyor bu roman, mekanın gücünü size gösteren bir anlatımı var. Baş kişi olsa da mekanın altında ezildiğinden ya da zaten ezilmeye, yok olmaya müsait bir ruha sahip olduğundan teğmen Giovanni Drogo'nun varlığını Bastiani Kalesi'nden daha az sezinliyoruz.

Drogo teğmen olduktan sonra ilk görev yeri Bastiani Kalesi'ne atanır, başlarda hiç sevmez burasını, hastalık bahanesi ile başka yere gitmeye çalışır, askeri hekim gelene dek beklemelidir ama, çok değil iki ay sonra şehirde bir göreve gidip Tatar Çölü'ne bakan bu yalnız kaleden kurtulacaktır. Böyledir umudu. Lakin kalenin heybeti, büyüsü ve kaledeki askerlerin içinde solmak bilmeden büyüyen savaş umudu Giovanni'yi sarar. Yavaş yavaş Drogo'nun da içinde varoluşuna anlam katacak bir savaş umudu belirir. Bir düşman gelecek, kaleyi saracaktır ve Bastiani Kale'sinin ve onu savunan yiğit askerlerin varlıklarının bir değeri olacaktır. Drogo kımıldayamaz kaleden, ara ara gitmek duygusuna kapılsa da alışkanlıklar ve boşa çıksa bile taze kalan umutlar yüzünden kalmaya devam eder kalede. Sonunda kaleden gider başka bir hayata atılır mı onu söyleyemem, okuyup görünüz.

Lakin sonu nasıl biterse bitsin, bu kitap yarattığı hava için ve Marquez'i andıran büyülü dili için okunmalı. Sade bir olay örgüsünün bile nasıl etkileyici kılınabileceğini, mekanın romanın baş kişisi olacak kadar güçlü anlatılabileceğini gördüm ben bu eserde. Gerçeklikten koptuğunuz anlarda bile kendi gerçekliğinin içine sizi alabilen güçlü bir eser Tatar Çölü. Ve içinde anlatılan o eşsiz düş için okumalısınız bu kitabı. Drogo'nun Angustina'yı gördüğü düş için (bölüm 11).

Ve çevirisi: Öyle güzel ki... Nihal Önol'un akan bir sesi var. Sözcüklerin seslenişi asla rahatsız etmiyor ve Buzzati'nin büyülü diline yakışıyor. Hülya Tufan'ın yaptığı çeviriyi incelediğimde çevirinin doğru ama soğuk olduğunu gördüm; Fransızca eğitimi aldığını öğrendiğim Hülya hanımın kitabın Fransızca çevirisinden çevirdiğini tahmin ediyorum. Murakami çevirileri de olan Nihal Önol'un üslubunu çok beğendim, kendisini izleyeceğim. Zihni dert bulmasın.

Tadımlıklar:

"Annesi, dönüşte gene kendi kendisini bulabilsin, uzun yokluğundan sonra bile gene orada çocuk kalabilsin diye odasını öylece koruyacaktı." (s. 7)

"... henüz batan güneşin kızıl ışıkları altında bir büyü ile oraya konuvermiş gibi parlayan, çıplak bir dağ gördü Giovanni Drogo ..." (s. 9)

"Şimdi salona gece duygusu egemendi; korkuların yarı yıkık duvarlardan çıktığı, mutsuzluğun tatlı olduğu, ruhun, uykuya dalmış insanlık üzerinde övünçle kanat çırptığı o saatlerin duygusu." (s. 47)

"Sonunda Drogo anladı ve iliklerine dek ürperdi. Suydu bu. Yakındaki kayalıkların tepelerinden dökülen bir çağlayandı. Yüksekten inen suyu titreten rüzgar, yankıların o anlaşılmaz gizemli oyunu, üzerinden geçtiği taşların çıkardığı değişik sesler, bu çağıltıyı insan sesine dönüştürüyordu, konuşan, durmadan konuşan bir sese; anlaşılmasına hep ramak kalan, ama hiçbir zaman anlaşılamayan, yaşamımızın sözleri." (s. 59-60)

Çevirinin güzelliğini göstermek için:

"Şimdi ise saydam bir burukluk bile duyuyordu içinde; sanki yazgımızın önemli saatleri yakınımızdan bize dokunmaksızın geçip gitmiş, uğultusu uzaklaşıp yitmiş, bizleri ise kuru yaprak yığınları arasında, o yitirilmiş, yaman, ama büyük olanağa ağlar durumda bırakmış gibi bir burukluk." (s. 69)

Özgün metin:

Ora sentiva perfino un'ombra di opaca amarezza, come quando le gravi ore del destino ci passano vicine senza toccarci e il loro rombo si perde lontano mentre noi  rimaniamo soli, fra gorghi di foglie secche, a rimpianger la terribile ma grande occasione perduta.

İngilizce baskısının çevirisi:

Now he felt a certain bitterness, a dark shadow, such as come when moments of destiny pass us by without touching us and the noise of their passing dies away in the distance while we remain alone amid a swirl of dead leaves lamenting the great-and terrible--opportunity we have lost.